top of page

Şaibe Teyze 7

Efsun Özkaraoğlu Molla. Serra’dan 6 cm kadar uzun, bir beden kadar inceydi. Aklarını saklamamış, mükemmelliğin ortasında benliği ile parlayan bir kusur misali saçının tek yanına toplamıştı. İnce boynundaki küçük pırlanta kolye Serra’nın dev, tek taşına küçümseyerek bakıyor; boyun damarları her hıçkırığında dans ediyordu. Efsun konuşuyor, Serra dinliyordu. Elindeki mendille gözyaşlarını sildi Efsun. Devam etti:

Dediğim gibi olaydan iki gün önce aldım defteri Savcı Hanım. Hiç adetim değildir böyle şeyler. Ama Şaibe annemin hali ve tavırları son zamanlarda o kadar ilginçti ki. Her zaman için farklı bir insandı evet ama son zamanlarda… Günlük tuttuğunu biliyordum. Galiba hepimize güvenmiş olacak ki çamaşır çekmecesinde geceliklerinin altına koymuş öylece. Belki de bu bir güven değildir. Hepimizden umudunu kestiğinin bir göstergesidir. Bilemiyorum. İşin etik yanını bir yana koyun, belki de hiçbirimizin günlüğünü okumaya tenezzül edeceğimizi düşünmedi. Onun bir iç dünyası olduğunu idrak edebileceğimiz onun aklından bile geçmedi Belki de haklıydı… Bu günlükte sadece gittiği ev gezmelerinin, yaptığı reçel ve turşuların, akşam yediği yemekle, okuduğu kitap ve izlediği dizinin yazacağını düşündük hepimiz… Günlüğü aldım ancak açamadım Savcı Hanım. Ya Şaibe annemin iç dünyasında kopan fırtınaları hissetmiştim ya da beni durduran sadece bunun etik olmamasıydı bilmiyorum. Zaten iki gün sonra dünya başımıza yıkıldı. Yine açamadım günlüğü. Polise bildirmem gerekir mi bilemedim. Çağrı’ya da diyemedim. İşe yarar bir şey varsa bu saatten sonra götürmek delil saklamak gibi mi olurdu? İçim içimi yedi. Dün gece daha fazla tutamadım kendimi. Açıp okudum. Galiba günlüktekiler adli açıdan önemli hususlar Savcı Hanım”

Kutu çatasını usulca açtı Efsun. Kahverengi deri kaplı defteri Serra’nın masasına bıraktı. İçeri giren Büşra Efsun’u süzdü usulca. İkindi güneşi Serra’nın odasına vurdu. Büşra mandalina kolonyasının son damlasını ensesine sürdü. Efsun odadan ayrılınca Serra’ya döndü. 

-“Kate Middleton” Savcım dedi. Serra anlamadım der gibi salladı başını. “Efsun Şaibe Molla’nın sevilen geliniymiş. Kadının ailesi hakiki İstanbullu.  Mollalar gibi zengin değiller ama bayağı entelektüel bir aileymiş. Neyse işte diğer gelin Cansu da Kuyuçukurlu Savcım. Efsun “Kate”, Cansu da “Meghan” oluyor bu durumda. Zaten Şaibe teyzenin de “Elizabeth” gibi giyinip eşarp taktığını düşünürsek”.

 Serra yorgun gözleriyle Büşra’ya bakıyordu. “Gidip uyumak istiyorum Büşra. İki saat önce belki de hayatımın en önemli “evet”ini dile getirdim . Ardından bir kadın geldi ve aylardır içinde çıkamadığım ve savcı olarak değil Serra olarak delicesine merak ettiği şu olayla ilgili kalın bir defter bırakıp gitti. Buharlaşmak istiyorum mümkünse” diyemedi. “Yok” dedi. “Tam olmuyor bu Büşra. Şaibe Molla kayınvalide. “Elizabeth” büyük kayınvalide. Bu hikayede “Diana” yok”. “

-“Onun da ölümü çok şüpheli Savcım” dedi Büşra.

Güldüler. Bu kadar karmaşanın arasında bir de Leydi Di’nin ölümü yer etti Serra’nın küçük bir beyin hücresinde. Nitekim bu gece rüyasında Londra Başsavcılığı Leydi Di’nin dosyasını Kuyuşehir adliyesine gönderecek ve dosya Serra’ya tevzi edilecekti.

Bir şekerli kahve söyledi Serra. Günlüğe baktı. Haydi emanete sen dedi. Kahve gelirken 1 karat yüzüğünü seyretti. Sol elinden çıkarıp sağ eline taktı, sonra tekrar sol eline. Kahve bu sefer de orta şekerliydi. Buna şükür dedi. Günlüğün fotokopisi de gelmişti. Şaibe Molla’nın tüm dünyası avuçlarının içindeydi.

“Fark Edemeyenler Ne Çok!” yazıyordu defterdeki koca bir başlıkta.

Ben Şaibe. Beybabasının sevdiği kadının ismini almış bir kız çocuğu, genç kız, genç kadın ve şimdi bir orta yaşlı. Fark edemeyenler ne çok günlük! İnsanın içindeki un ufak duyguları mütemadiyen fark edemeyenler. Küçük mutlulukları, kırgınlıkları. Bir sel olmuş dünya, akıyor günlük. Ben kendimi bildim bileli bu selin içindeyim. Veyahut gürül gürül akan bir şelalenin. “Dışarıda gürül gürül akan bir dünya” diyor ya şiirde. Ben o dünyanın içinde bu akışın farkında olanlardan mıyım? O akışın içindeki her şeyin farkında olup akışa mütemadiyen kapılamayanlardan... Hani derler ya Dünya dönerken çok büyük bir ses çıkarırmış da kulaklarımız duymazmış, duyamazmış. O misal… İşte herkes bu sesi duymazken senin duyman ne feci değil mi günlük! Hiç arkadaşım yok gibi. Oturup çay içtiğim, konuştuğum çok. Ama arkadaşım yok, günlük ! Sohbet ettiğim yok, biliyor musun? Çünkü kimse dinlemiyor benim konuşmak istediklerimi. İnsanlar mütemadiyen ezbere konuşuyor günlük! Ben insanı konuşmak istiyorum. Şarkıları, kitapları… Allahtan gelecek ay kitap okuma kulübüne başlayacağım günlük. O kadar heyecanlıyım ki. Uzun zaman sonra ilk defa kitaplar hakkında konuşacağım. Keşke etrafımda hep kitapları konuşan insanlar olsaydı... Vehayut müziği… Keşke Adnan’la müzik dinleyebilseydik günlük. Öyle arabada müzik açıp gitmeyi demiyorum. O sesi açınca içinin titremesini diyorum günlük. Güfteleri gözünü kapatıp şiir gibi söylemeyi… Veyahut  ağlamayı müzikle, dans etmeyi kendince… Ahh… Sevemedim günlük. Bir türlü sevemedim dokunaklı bir namede içi titremeyen insanları. Yürürken ezdiği çiçekleri umursamayanları. Ezbere konuşanları. İnsanın içindeki insanı göremeyenleri. Dünyanın akışında bir an için durup düşünemeyenleri, gözleri dolmayanları, bir kalbe dokunamayanları...

Sevemedim günlük.  Fark edemeyenleri sevemedim. Bugün bütün gün arkadaşlarlaydık. Nebahatle jartiyer sipariş ettik yine. Pek iyiymiş bu marka: Glodya Secret. Ödü kopuyor kocası bir haltlar yiyecek diye. Jartiyer fayda değil, diyemedim. “Ahmet Bey bir haltlar yemese ne olur?” diyemedim. Sanki hiç oturup yıldızlara bakmışlıkları var.Bizim de yok ya. Ben en son onunla baktım yıldızlara bir bahar akşamında. En son onunla bir kitap hakkında konuştum. O gitti. Ben bir daha kimseyle sohbet edemedim sanki. Olmadı. Gerçi bir keresinde Efsun'la çiçeklerin ağırlaştıkça başını eğmesi üzerine konuşmuştuk. Efsun da başını eğen çiçeklerden. Belki o anlardı beni. Daha çok konuşabilir, paylaşabilirdik…. Ama o da olmadı. Gelinime içimde kalanları anlatamam ya günlük! Bu günlük bu kadar. Mütemadiyen fark edemeyenler bir yana dursun, fark edenlere, müzik dinlerken içi titreyenlere, film izlerken ağlayanlara, gülümseyerek sadaka verenlere, başını öne eğen içi dolu çiçeklere selam olsun günlük”

Serra günlüğü usulca kapattı. Başını masaya koydu. Kendi fark edenlerden miydi fark edemeyenlerden mi? Tekrar açtı günlüğü, sayfaları hızlıca çevirdi. “O Geldi” yazıyordu bir başlıkta. Okudu.

“Bugün yıllar sonra onu gördüm günlük. Aynı mahcubiyet gözlerinde. Mütemadiyen mahcup gözleri… Ne kadar benziyor bir bilsen. Esmer, ufak tefek bir çocuk. Kıyamam. Ailesi taa nerelerde. Burada abisi varmış okumaya gelmiş. Bir yandan da çalışıyor. Ah! Diyemedim ki bir şey. Bir kez daha gelse diyeceğim. Seni bir arkadaşıma benzettim, diye. Hatta bir şeyler mi hazırlasam, kapıya koysam, bir daha gelirse versem. Sevaptır hem. Ama alınır mı? Yanlış olur mu? İncitmemek de gerek. Adı Baran’mış. Ne güzel isim değil mi günlük? Ne kadar benziyor ona.  O kara ufak tefek liseli çocuğa. Acaba bir Şaibe de var mıdır bir yerlerde. O umut dolu liseli kız. Bir gün onu da bulur muyum? Söyle günlük? Kapıyı çalsa o da bir gün. Sımsıkı sarılsam”.

Günlüğü tekrar kapattı Serra. Masanın yanındaki telefonu tuşladı. “Bir kahve daha alabilir miyim?” dedi. “Çok şekerli olabilir mi?” Kapattı telefonu. Çağatay’a mesaj attı bu kez. “Biraz geç çıkacağım canım. Ben doğrudan eve geçerim. Annemlere haberi vermem gerek. Seni seviyorum”. Birazdan bu sefer gerçekten şekerli olan kahvesini içecek ve Şaibe teyzenin günlüğünün 2 saatte okuyup bitirecekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

31 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Tahire

Yazamıyorum

bottom of page