top of page

Tepegöz ve Nenem


Nine, iki gözlü evin büyük odasında; sabah ezanı okunurken sobayı arkasına alarak seccadesini serdi. Namazını kıldı. Tüm ölmüşlerine, hatta adı sanı unutulmuş, “Bana da bir Fatiha yok mu?” diyen tüm ümmet-i Muhammed’e dualar etti. Bu esnada, tanıdığı ölülerin sayısının, dirilerin sayısından kat kat fazla olduğunu ilk kez fark etti.

Gelin, beyaz yaşmağıyla hırkasına bürünerek çıktı odasından. Gün, ilk selamlarını perdenin arasından sarı bir ışıkla gönderirken sobanın yanına çömeldi. Sobanın alt tarafındaki metal kolu ileri geri hareket ettirerek büyük gürültülerle külleri boşalttı. Yandaki yağ tenekesinden bozma kovadan odunları alıp tutuşturdu sobayı. Evi hafif bir duman bastı, nine öksürdü, siyah beyaz kedi televizyon masasının altındaki minderinde gerindi, odunlar pofurdayarak yanmaya başladı, gelin perdeleri açtı.

Somyanın ninesinden boşalan yerlerine doğru enlemesine, kollarını açarak yatan Hülya, rüyasında plastik bir bebeğin ellerini okşuyordu. Sobadan gelen gürültülerle gördüğünün rüya olduğunu, uyanmak üzere olduğunu anladı. Bebeğe sıkı sıkı sarıldı. Yavaşça gözlerini açtı. Kendine sıkıca sarılmış kollarını gevşeterek kucağına baktı. Hiçbir şey yoktu. Gözlerine inanamadı. Oradan bir şey getirilmiyordu demek. Çok canı sıkıldı. Mahmur gözlerle doğrulup oturdu.

Yanda, bu sene okula başlayan ablasının yattığı somyanın altında, fermuarı açık çantadan sarkan kitapları gördü. Küçük kız oturduğu yerden çenesini kaldırarak ablasına baktı. Ablası esnedi, oturdu.

Hülya, somyadan inmek için yüzüstü döndü. Önce çıplak ayaklarını salladı aşağı doğru. Elleriyle çarşafa sımsıkı tutundu. Annesinin diktiği çiçekli, pazen pijaması dizlerine kadar toplandı. Sonunda ayak parmakları soğuk betona değdi. Başardı. Zaferi, tutamadığı naylon bebeğin acısını bastıramasa da pembe yüzüne bir gülücük getirdi.

Duvarda, elektrik düğmesinin üstüne takılmış, simli kış kartpostalı ışıltılarını evin içine, çocuğun gözlerine saçtı. Küçük kız yerde, duvara dayalı duran, somyanın üst üste konmuş iki yastığının üzerine çıkıp kartpostalın simlerine elini sürdü. Eli de ışıldadı. Kartpostalı uzun uzun inceledi. Evin karlı çatısına, dumanlı bacasına, arkadaki ormanın içine doğru kıvrılarak giden yola ve tüm bunların üstüne büyü gibi serpilmiş parlak tozlara baktı.

Ablası ayaklarını sürüye sürüye lavaboya gitti. Hülya aceleyle yastıklardan indi, somyanın altındakilerden Türkçe kitabını aldı. Gözleri kapalı tespih çeken ninenin yumuşak dizine oturdu. Güvendeydi artık.

“Nene… Oku…”

“Gurbanlar olurum seni verene! Uyandın mı sen guzum?” diyerek torununun yanağını öptü. “Oh!” dedi.

“Nene… Oku…” Küçük, sayfaları açmaya başladı.

“Bu ne?”

“Bayrak.”

“Bu ne?”

“Süt”

“Bu ne?”

“Ildırık.”

“Değil, değil!” diye bağırmaya başladı kız. Yattığı minderin üstünde çocuğun sesiyle irkilen siyahlı beyazlı kedi, ağır ağır gelip ninenin boştaki dizine oturdu.

“Geliin, ıldırığın adı neydi?”

“Lamba.”

“Hah, lamba.”

Çocuk rahatladı. Hülya, küçük parmağıyla her bir resmi gösterdiğinde kedi de merakla resme bakıyor, sonra kediyle beraber ninenin yüzüne bakıp cevabı bekliyorlardı. Resim olmayan sayfaları daha hızlı geçiyordu. Ablası yüzünü yıkamış, saçlarını taramış, geldi odaya.

“Yine mi aldınız kitabımı? Verin çabuk!”

“Goyur yavrum, alma. Çocuk âleniyo işte.”

“Verin kitabımı! Nene ya, baksana sayfaları buruşturuyor. Kitabıma bir şey olursa karışmam bak, yenisini aldırırım!” Abla, ağlama sesleri çıkarıyor, kitabı almaya çalışıyordu.

“Sus elekçi, dölek dur! Yürü mutfağa. Sofrayı kurun.”

Hülya gözlerini yummuş, yüzünü ninesine gömerek kitaba sarılmış bekliyordu. Ablasının gittiğini anlayınca kitabı açtı.

“Bu ne?”

“Ev.”

Çocuk sayfaları daha yavaş çevirmeye başladı. Ev resminden sonra Tepegöz’ün olduğu sayfa yaklaşıyordu. Kedi olduğu yerde ayaklarını kıpırdatıp heyecanlanmaya başladı. Artık her sayfayı çevirdiğinde “Tepegöz var mı?” diye ürkerek bakıyor, onun olmadığını görünce seviniyorlardı. Tepegöz’ü geçebilse birkaç sayfa sonra, oda dolusu oyuncağın resmi var. En önde, ortada sarı saçlı, korkak bakışlı bir oyuncak bebek; yanında düğme gözlü, kahverengi bir ayıyla oturuyor. Etraflarında renk renk top, araba, topaç… Çocuk resme her bakışında daha önce görmediği bir oyuncak daha görüyor. Ama önce Tepegöz… Yavaşça bir sayfa daha çevirdi. Yok, iyi, hep yazıymış. Bir sayfa daha… TEPEGÖZ!!!

Uzun, güçlü bir çığlık… Kedi bu çığlıkla somyaların, masanın ve televizyonun üzerinden sıçraya sıçraya odanın içinde tam bir tur attı. Sonra sobanın arkasından nineyi gözetlemeye başladı.

Alnında kocaman tek gözü olan bir dev, etrafındaki kalabalığa bağırır gibi ağzını açmış. İki eline birer adam almış. Şapkalı bir genç, kılıcını Tepegöz’ün tek gözüne saplamak için yükseklere sıçramış.

Nine arkasına baktı. Odada kimse yok. Öfkeyle yırttı sayfayı, buruşturdu. Sobanın üstündeki delikten maşayla tepti.

“Bu ne gurban olduğum her gün, her gün? Bu resmi koyan deli soyka neye koymuş? Korkuyor işte bebeler.” Seccadesine geri oturdu. Torununu dizine oturttu, kedi geldi diğer dizine oturdu. Sayfaları çevirmeye devam ettiler.

Sobanın üzerinde fokurdayan çay, çaydanlığın yanına dizilmiş gevreyip kızaran ekmeklerin kokusu herkesi birden acıktırdı. Arkalarından gelen tıkırtılardan sofranın kurulduğunu anladı nine. Oturduğu yerde dizlerindekilerin rahatını bozmadan, kımıl kımıl dönünce, hep beraber çökelek, tereyağı ve pekmezin zenginleştirdiği sofraya oturmuş oldular. Ablası, kardeşine ve nineye ters ters baktı. Küçük kız kitabı açıyor. Tepegöz yok, Tepegöz gitti. Oyuncakların olduğu sayfayı buldu. Ortada sarı saçlı bebek gülerek, rahatça bakıyor. Rüyasındaki bebek bu kadar güzel değildi. Nasıl olsun ki?

Küçük kız, kızarmış ekmekten birazcık koparıp kedinin ağzına koydu “hoop,” birazcık koparıp kendi ağzına “hoop,” biraz da sarı saçlı bebeğin ağzına “hoop!” …

Dışarıdan bir uğultu duyuldu. Ablası “A-a-a-a diye bağırırken elini ağzına yavaş yavaş vurarak evin avlusuna fırladı. Hülya ve kedi ninenin yüzüne baktılar.

“Teyyare,” dedi nine.

Kedi koşup camın kenarına çıktı. Gökyüzüne baktı, baktı abla. Ardında iki beyaz duman çizerek gelen uçağı gözleriyle takip etti. Üzerine yaklaşınca bağırdı:

“Uçak, babama selam söyle! Bize bebek getirsin! A-a-a-a…”

Sokaktaki birkaç evden daha çocuk bağrışları yükseldi.

“A-a-a-a…”

Uçak gitti. Çocuklar sustu. Sevinçle gelip sofradaki eski yerlerine oturdu abla ve kedi. Hepsi sessizce karnını doyurmaya çalıştı. Abla siyah önlüğünü giydi. Beyaz dantel yakasını taktı. Kardeşinin elindeki Türkçe kitabını çekip aldı. Çantasına koydu.

“Bugün Tepegöz’ü işleyeceğiz,” dedi.

Hülya ve kedi ninenin yüzüne baktılar.

Nine dudaklarını sıkıca kapadı.

Elif DİRİCAN

25 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yazamıyorum

Düğün

Cep Mendili

bottom of page