“Anne, iyi ki halanın otobüsü buradan kalkıyormuş. Ne güzel… Hani geçen yıl, ilkokul mezuniyet partisinden sonra arkadaşlarım gelmişti ya anneleriyle buraya. Anlata anlata bitiremedilerdi bana. Sen hastaydın değil mi? Biz o yüzden mi gidememiştik? Çarpışan arabalar çok heyecanlıymış. Ahmet’in burnu kanamış orada biliyor musun? Ben de ona bineceğim. Yok, yok gondol daha zevkliymiş. Annelerimizle binince izin veriyorlarmış. Sonra köfte ekmek de yemişler biliyor musun?”
Sürekli konuşuyordu Sema.
Lunaparkın büyük, kırmızı-mavi yanıp sönen ışıklarla donatılmış kapısından girerken daha, çocuklar neye bakacağını şaşırmış bir vaziyette, ağızları mutluluk ve hayranlıkla açık, kıpırdanıyorlardı. Anneleri, bu kadar kalabalığı görünce çocuklarının elini sıkı sıkı tuttu.
Elma şekercinin dopdolu sepeti ışıldıyor, biletçiler bağırıyor, köfteci dumanları savuruyor, dondurmacılar müşterilerine şakalar yapıyor, çocuklar ağlıyor, çocuklar gülüyor, anneler biraz tedirgin biraz heyecanlı, babalar güç ve cesaretlerini gösterecek yerleri arıyor… Her bir oyuncaktan ayrı bir coşkulu müzik geliyor, dönme dolap durmadan dönüyor, korkuyla atılan çığlıklar, neşeyle atılan çığlıklar kulakları dolduruyor.
“Sözünüzü unutmayın,” dedi anne, “sadece birer oyuncağa bineceksiniz. Esat oğlum duydun beni değil mi? Bak bu yıl okula başlayacaksın, kocaman oldun artık, beni üzme tamam mı oğlum?Milletin içinde rezil etme beni, hakkına razı ol. Onu bunu istemek de yok ha!”
Esat müziğin coşkusuna kaptırmış kendini, şarkının ritmiyle bağırıyordu. “Tamam, anne… Tamam, anne… Tamaaam, aaaanneeeeee!”
Önce gondolun önünde durdular. Kocaman bir gemi dalgalarda savruluyor gibiydi. Gemi şeklindeki dev oyuncak yukarıdan aşağı her indiğinde tüm yolcular bir ağızdan çığlık atıyor, aşağıdan onları izleyen kalabalık da onlarla beraber heyecanlanıyordu. Çocukların ikisi birden bağırdı, “Buna binelim, lütfen buna binelim anne!”
“Olur mu hiç kızım?” dedi anne, “Esat’ı almazlar. Ben de onu bırakıp binemem. Biz buna binemeyiz.”
Gondolun altındaki motordan simsiyah yağ damlıyordu. Elma şekerci yanlarına doğru bağırarak geliyordu. İki çocuk annelerinin yüzüne baktı. Anne kaşlarını kaldırdı. Çocukları alıp çarpışan arabaların önüne geldi. Bilet gişesinin üstünde on beş lira yazıyordu. Sema annesinin yüzüne baktı. Atlıkarıncanın önüne doğru yürüdüler.
Süslü beyaz atlar bir masal müziği eşliğinde dönerek dans ediyorlardı. Esat’a doğru eğilerek sordu annesi, “Buna binmek ister misin?”
“Hayır, ben şu herkesi gökyüzüne doğru çıkarıp orada ters döndüren oyuncak var ya işte ona bineceğim. Herkes çok korkuyormuş ondan. Ama ben hiç korkmam,” dedi Esat. Ona binemeyeceğini zaten biliyordu. Annesi de onu ikna etmeye çalışmadı.
“Atlar da çok yükseğe çıkıp iniyor değil mi anne? Korku tüneline mi girseydim acaba? Korku tünelinde iskeletler var mıdır? Atlar ne kadar süslü… Tamam, tamam buna bineyim.”
Annesi Sema’ya yirmi lira verdi. Annenin cüzdanında otobüs biletleriyle birkaç fatura kaldı. “Git de kardeşine jeton al. Sen de binmek istersen iki tane al." “Yok artık, daha neler!” diyerek parayı gönülsüzce aldı Sema. Yere bakarak bekliyordu.
“Haydi kızım, ne oyalanıyorsun? Beni o kalabalığa sokma kardeşinle. Koca kız oldun artık. Ben sana bakıyorum buradan.”
Elinde on lira ve bir jetonla geri geldi Sema. Yıllardır elden ele geçmekten yapış yapış olmuş jetonu görevliye verip atlıkarıncaya bindirdi Esat’ı annesi. Esat bir eliyle demiri tutuyor, bir elini müziğin ritmine uyarak sallıyordu.
Atlıkarıncanın yanındaki köfteci elindeki yelpazeyle dumanları ve köfte kokusunu tüm lunaparka savuruyordu. Sema köfteciye uzun uzun bakıp yüzünü annesine çevirdi.
“Anne köfte ne güzel koktu! Sen köfte yapmayı bilmiyorsun değil mi? A, bir kere bayramda Halime teyzenin getirdiği payla yapmıştın! Geçen yıl mıydı? Anne, ben oyuncağa binmesem, köfte alsam olur mu?” Annesi dudağını büktü.
“Kızım halamda yemek yeriz zaten. Az dayan.”
“Anne, lütfen.”
“Kardeşin de yemek ister ama… ”
“Olmaz o hakkını kullandı, bu da benim hakkım!”
Annesi cevap vermiyordu artık.
“Tamam, tamam. Ben ona da ısırtırım. Ha anne?”
“Sonra da susadım dersen karışmam bak.”
“Yok anne susamam, susarsam da dayanırım ne var. Bu yıl üç tane oruç tutmadım mı?”
“İyi bakalım. Git bir sor, kaç liraymış.”
Sema köfteciye doğru ağır ağır yürüdü. Sonra sevinç içinde koşarak geri geldi.
“Anne, on liraymış biliyor musun? Alıyım mı, ha alıyım mı?”
Annesi yüzünde buruk bir gülümsemeyle “Tamam, al.” dedi.
Sema geldiği gibi koşarak geri gitti köftecinin yanına. Esat’ın atı durduğunda Sema da elinde ekmek arası köfteyle annesine doğru yaklaştı. Esat koşarak ablasının yanına geldi.
“Köfte mi var içinde, ha köfte mi var? Ben de ısırayım ben de, ben de!” Bir yandan ablasının elindeki ekmeğe uzanmaya çalışıyor, bir yandan bağırıyordu. Sema köfte tutan elini havaya kaldırdı. Annesi bir yandan, Sema bir yandan konuşuyordu.
“Dur oğlum, tamam sana da verecek ablan. Verecek diyorum sana.”
“Ya tamam. Vereceğim zaten bir dursana!”
Esat onları hiç duymuyordu sanki. Tüm gücüyle zıplayıp ablasının elindeki ekmeği almaya çalıştı. Eliyle ekmeğin bir ucundan yakalayıp çekti.
Ekmek yerdeydi. İçindeki köfteler; sigara izmaritlerinin, motor yağlarının, çer çöpün içine dağılıp gitti.
Elif DİRİCAN
コメント