Yarın Serpil’in doğum günü partisi var. Sadece dört kişi çağırmasına izin vermiş, hazırlıkları ona göre yapacakmış annesi.
Ne hazırlayacak acaba? Belki tost yapar? Belki pasta? Pasta mutlaka olur canım. Parti dediğine göre. Filmlerdeki partilerde pasta hep olur. Limonata da olur belki…
Somyanın köşesinde oturan tek gözü kapalı bebeğime gösterdim limonatanın nasıl içileceğini. Bardağı iki parmağımla tutup küçük parmağımı yukarı kaldırırım şöyle.
“Ne hediye götüreceğim?” diye sordum anneme. Düşündü, taşındı. Sandığın üstündeki yatağı, yorganı ve yastıkları indirdi. Sandıktan çilek motifli bir çift patik çıkardı.
“Bunu götür kızım. Çeyizine koyar, hem hatıra olur.”
Hediyeyi paket yapmak gerek. Rutubetten boyaları dökülmüş, küflenmiş duvardaki takvime baktım. Her ay bir yaprak. Her yaprağın yarısında bir manzara resmi var, resmin altında ayın günlerini gösteren rakamlar. Bazı defterlerimi de bununla kaplamıştım. Aldım takvimi, tek odalı evimizin tek somyasına oturdum, tek tek resimlerine baktım. Sarı başaklar, karlı ormanlar, gürül gürül akan bir şelale…
“Kızım, geçmiş aylardan kopar.” dedi annem ama en güzel resim temmuzda. Masmavi denizin kıyısında yüksek bir kale, kayalıkların kenarında beyaz deniz feneri…
Annem avluya çıkınca kopardım temmuz ayının yaprağını. Annem kızmaz öyle her şeye. Sayıları içe katladım, deniz resmini dışa getirdim. Aynı avluda oturduğumuz -ev sahibimiz- Şefika teyzeden bant istedim, sarı rafya bile verdi bana paketi süslemem için. Zaten ne lazım olsa ondan isteriz. Hediye paketimi bebeğime doğru uzattım. “Doğum günün kutlu olsun Serpil.”
İki yıl önce kardeşimi zatürreden kaybettik. Peşinden nenem bir ikindi vakti oturduğu yerde ölüverince annemle bir başımıza kaldık. Kedimiz bile ne olduysa kayboldu gitti. Annemin deyimiyle, “Teyemmüm edecek toprağımız yok, kuş tüneyecek dalımız yokken Şefika teyzenin kömürlüğü bize ev oldu. Biz kira derdinden kurtulduk, o da yalnızlıktan.” Annem kat kat boyadı beyaz kireçle. Boyadıkça kustu alttan kömür lekeleri, baş edemedik, bıraktık öyle.
Somyanın altındaki çamaşır sepetimi çıkardım. Etekleri karadut lekeli, kol altları sökülüp durduğu için tekrar tekrar dikilmiş bir elbise; pazen pijamalarım, annemin geçen yıl ördüğü bütün kış önlüğümün üstüne giydiğim çeşit çeşit iplerle çizgilenmiş hırkam, birkaç çorap, çamaşır… Siyah önlüğümü çıkarıp pijamalarımı giydim.
Annem odanın köşesindeki küçük tüpte pilavımızı pişirdi. Soğanı elinde çevire çevire doğradı tencerenin içine. Gözlerindeki yaşı elinin tersiyle sildi. Domates doğrarken bile yaşarır annemin gözleri hatta çapa yaparken bile. Soğanlar iyice kavrulunca iki avuç bulguru kattı. Serpil’in annesi pastaneden mi alır acaba pastayı? Saçımdaki örgüleri açmadan uyurum. Okuldan çıkarken açarım örgüleri. Kıvır kıvır ne güzel olur.
“Hadi, sofra bezini ser de yemeğimizi yiyelim. Aliye, ne gülüyorsun kız? Bakıyorum da çok heveslisin partiye gitmeye?”
“Yok… Yani… Biraz heyecanlandım.”
Sarıldım anneme öptüm yanaklarını.
Erkenden yattım hemen sabah olsun diye, erkenden de uyandım.
Şefika teyzenin bahçesi bizim okulun hemen arkası. Annem oraya çapaya giderken birlikte geldik okula kadar. Ben büyüyünce oturacağımız evi anlattım anneme.
“Babam da gelir belki o zamana ha anne?” Annem dudağını büktü, bir şey demedi. “İki göz odası olsa yeter.”
“Mutfağı da olsun,” dedi annem. Olsun tabii…
“Önündeki bahçeye mutlaka leylak dikerim, zambak da… Maaşlı bir işim olur, yeni yeni elbiselerim.”
Annem evi görüyormuş gibi ışıl ışıl gözlerini gülümseyerek uzaklara dikti. Sanki onun baktığı yere baksam görürüm gibi geldi evimizi, heyecanlandım. Başımızı kaldırdık uzaklara bakarak yürüdük azıcık. Yoldaki koca taşa takılıp düşmeyeyim mi? Çorabımın dizi de yırtıldı, tüh!
Serpil ve Zeynep yan yana oturuyorlar en ön sırada. Ben ayakta duruyorum beş taş oynarken. Dört taşı kare olacak şekilde sıranın üstüne koyuyorum. Bir taşı havaya atıp işaret parmağımla yerdeki taşların yanlarına sırayla dokunup havadaki taşı tutuyorum.
“Sütçü! Sütün kaça? On beşe. Ona verirsen alırım.” Alırımla aynı anda alıyorum yerdeki taşı.
Ben oynarken Serpil kaşarlı tostunu ufak ufak ısırıyor, ütülü, tertemiz önlüğüne bir kırıntı bile düşürmüyor. Kaşar tatlı mı acaba? Benim dürümümdeki peynir ekşi ekşi kokuyor, kaşar hiç kokmuyor. Beslenme saatinde herkes evinden getirdiği haşlanmış yumurtayı, ekmek arası peyniri, zeytini, bazıları tostunu yiyor.
Ben de annemden tost yapmasını istedim de, “Makinemiz yok ki kızım.” dedi.
Zeynep önlüğünün kolunu sıvadı. İçindeki şeker pembe, simli elbisesinin kolu gözüktü.
“Partiye gideceğim için önlüğümün altına giydim, çıkış zili çalınca önlüğümü çıkarırım, hazır olurum,” dedi heyecanla.
“Aliye, sen ne giydin?”
“Ben unuttum giyinmeyi.”
“Dün konuşmuştuk ya kız, herkes içine giysin parti kıyafetlerini dediydik, nasıl unuttun?”
“Bilmem, unutmuşum işte.”
Serpil dizi yırtılmış çorabıma; tokası düşmüş, uçlarının ruganı soyulmuş ayakkabılarıma, omuzları kızarmış önlüğüme baktı. Yüzünü ekşitti.
“Tüh, fotoğraf çektirecektik!” dedi.
“Okula gelirken düştüm de ondan. Diz çökerim fotoğrafta, çorabımın yırtığı gözükmez.”
“Doğru,” diyor Zeynep, “o zaman gözükmez.”
Serpil’e bakıyorum, susuyor. Bugün hep susuyor zaten, benimle konuşmuyor niyeyse? Tahmin ediyorum aslında benimle niye konuşmadığını.
“Hamamcı hamam. Kubbesi tamam. Bir gelin aldım, babası imam.” Babası, derken tutamadım taşı, yandım. Hep de burada yanıyorum. Sıra Serpil’e geçti. Serpil korkak oynuyor. Elindeki taşı yükseğe atmazsa yerdeki taşı alacak zamanı olmaz ki…
Daha ikilerde, yerdeki taşı alırken diğerini oynattı, gördüm. Ama demeyeceğim.
Üçlerde yakalayamıyor yukarıdan düşen taşı.
“Olsun, bir daha oyna, saymayalım bunu,” diyorum, istemiyor, taşları avucuma bırakıyor ve “Sen gelme bize.” diyor.
Pencereden esen rüzgâr ellerimi donduruyor. Boğazım acıyor.
Elif DİRİCAN
Comments