top of page

Davetiye

Sevinç KAYAPINAR


Gürkan’ın düğün davetiyesi gelmişti. Zarf açacağı sadece davetiyenin üzerinden değil milim milim benim de içimden geçiyordu sanki. Bu mutlu günde bizleri de yanlarında görmek istiyorlarmış. Yazılanlardan çok alt köşedeki anne baba ismine kayıyordu gözüm. Patlayan bir yanardağdan üzerime lav sıçrayacakmış gibi davetiyeyi sehpanın öbür ucuna attım. İsimlerine bile tahammül edemediğim bu insanlarla aynı ortama nasıl girecektim yeniden.

Düğün bir hafta sonraydı, keyfim hepten kaçmıştı. Kesinlikle gitmek istemiyordum. Evde esen soğuk rüzgârların yanında Sibirya güneşli kalırdı. Çocuklara belli etmemeye çalıştıkça daha da sinirli oluyordum. Bu arada on yıllık kocamın kelime dağarcığına hayran olmamak elde değildi. Bıkmadan, usanmadan, hazine sandığından daha önce hiç duymadığım şeyler çıkarıyordu. Sesine her gün yeni bir tını ekleyerek yalvarıyordu. Biricik ablasının kıymetli oğlu, dayısı ve yengesi olmadan mı girseymiş dünyaevine? Öfke, acıma, bezginlik ve daha bir sürü karmaşık duygumun arasında beni ikna etmeyi başarmıştı işte. Günler yaklaştıkça uykusuz gecelerim ve huzursuzluğum da artıyordu.


Siyah küçük bavula olabildiğince az eşya koymaktı niyetim. Bora bir gölge gibi izliyordu beni. Her an vazgeçeğimden korkuyordu. Kitap okurken kullandığım tıkaçlarımı yanıma niye aldığımı anlamıştı. Konuşmadan da yalvarabildiğini gördüm. Kimseyi duymak istemiyordum.

“Bakma öyle. Elimde olsa oksijen tüpü de götürürüm. Nefes alamıyorum ablanın yanında.”

Bavulum külçe gibi ağırlaşmıştı. İçi sıkıntıyla doluydu.

Sabah erkenden yola çıktık. Güneş bulutların arkasından bakıyordu. Düğünden çok cenazeye gidiyor gibiydik. Hava aydınlanmıyordu, güneşin de içini karartmıştık.

O kadar uzun zaman olmuştu ki bu yollardan geçmeyeli. Ağaçlar daha da büyümüş ve gürleşmişti, her virajda başka bir manzara çıkıyordu karşımıza. Arabanın aralık camından içeriye iğde kokusu doluyordu. Bu güzel kokuya bile düşman etmişti beni Handan abla. Başımı yukarı kaldırdım, ağaçlar birbirine değip dokunmadan nazlı nazlı sallanıyorlardı. Bir yerde okumuştum, taç utangaçlığı yüzündenmiş. Ailemiz de yıllar içinde büyümüştü. Ne olurdu sanki ağaçlar gibi olsaydık biz de. Yakın olsaydık ama birbirimize değmeseydik. İftira atmaktan utansaydı mesela Handan abla.

Seda bebekti daha. Hep beraber iğde ağaçlarının altında oturmuş, çaylarımızı yudumlarken, Handan abla avaz avaz bağırarak üstüme yürümüştü. Odaya benden başka giren çıkan olmadığına göre, bir tomar para kuş olup uçmamıştı ya! Kızımı uyutup çıkmıştım sadece. Kabus yaşatmıştı bana. Ahmet enişte paranın yerini değiştirdiğini söylemişti ama ne hikmetse benden özür dilemek yerine, karısını haklı bulmuştu. Telaşını hoş görmem gerekiyormuş. Oysa ki o günden beri gözüme hiç hoş görünmediler.

İlk defa yolun bitmesini istemiyordum. Ya da bir an önce yol da her şey de bitsin gitsin artık diyordum. Telefonun sesiyle irkildim. Ahmet enişteydi arayan. Takı yüzünden kavga çıkmış, kayınvalideler sinir krizi geçirmiş, düğün de iptal olmuş.

“Ablan hastanede oğlum, kimseyi görmek istemiyor.”


Bulutlar dört bir yana dağılmış, gökyüzünün maviliği, utana sıkıla ağaçlardan müsaade isteyip aralardan sızıyordu. İleride bir U dönüşü vardı. Güneş tabelayı ayna gibi parlatıyordu

 
 
 

Comments


bottom of page