top of page

Aksanlı Hayat 

ree

Kalın perdelerin yanlarından sızan ışık, duvardaki fotoğrafların üzerinde yavaşça geziniyordu. Nurhan, ikiye böldüğü patatesi ince tülbentle alnına bağlamış, sol gözünü açmaya zorlayarak gün ışığının aydınlattığı yıllara daldı.

Sülalede kimselere nasip olmamış sünnet düğünü, ardı ardına gelen mezuniyet töreni, ilk kep… Her özel an duvardaki çerçevelerde sırayla parlayıp söndü.

En çok da yaz kampı dönüşündeki fotoğrafa takıldı gözü. Kavga dövüş izin verdiği kamptan marsık gibi yanıp dönmüştü Efe. Sırtından sarılmış "Kokunu özledim annem!" diyerek poz vermişti babasına.

Derinden, kesik kesik nefes aldı. Başı o kadar ağırdı ki ne boynu ne vücudu taşıyabilecek gibi değildi. Kaç gündür sağından soluna dönemiyordu. Kapı yine yavaşça açıldı ancak bu defa usulca kapanmadı.

Sadi, karısının aksine ne yorgun ne bitkindi; sadece sabırsızdı. Bu kez kapıyı tam açmış, ışığı da yakmıştı.

“Derhal çık o yataktan. Yeter. Yarın çocuk geliyor. Sen de hâlâ yorgan altı numaraları…”

Nurhan yönünü değiştirmeden kayan patatesi düzeltti.

“Bak… Vallahi oğlanı arayacağım, ‘Gelme,’ diyeceğim. Senin tafranı çekemem artık. Yarın o gelince nasıl tepsi tepsi yolluk yaparsın, biliyorum ben seni. Bunalımda mısın? Hıh! Hadi oradan, eziyetin bana!”

Nurhan şaşkınlıkla toparlandı, yavaşça yatağın üzerine oturdu. Sesi boğuktu: “Efe mi geliyor?” dedi.

“Gelecek tabii, buradaki eşyalarından da alacakları vardır yanına. Kalk hadi yüzünü gözünü yıka. Dürüst ol, bu kararı alırken bize danışmadığı için hayal kırıklığına uğradın, değil mi?”

Nurhan cevap vermedi. Sessizce kalktı. Banyoda soğuk suyla yüzünü yıkarken aynada kendine baktı. Kırışmış göz altları, kaç gündür taranmayan bir tutam saç ve hiç eksilmeyen iç sızısı.

Sadi son çayı doldurdu, ocağın altını kapattı. Mutfağın iç köşesindeki masasına oturdu. İlaçları, kitapları, bulmacaları, küçük not kâğıtlarıyla, çaydanlığa en yakın noktayı mesken tutmuştu.

Bir süre sonra Nurhan mutfağa girdi. Başındaki tülbenti sımsıkı bağlamış, önlüğünü takmıştı. Emaye un kovasından, elindeki kaseyle sayarak un aktardı hamur leğenine. Sadi bıyık altından gülümsedi. Şeker attığı çayı şıkırdata şıkırdata karıştırdı. Nurhan, ortasını çukur yaptığı un tepeciğine yoğurt, süt, sıvı yağ, sirke, yumurta ve bir fiske tuz attı. 

Parmaklarıyla karıştırırken konuşmaya başladı.

“Bu ülkede gelecek yok mu? Mis gibi işi var, dünyanın en itibarlı mesleğini yapıyor. Ne işi var Almanya’da?” Parmaklarına bulaşan hamur bir dağılıyor, bir toplanıyordu.

“İş yerindeyken belki anlamazsın ama… İşten çıkınca göçmensin sonuçta.”

Sadi ayağa kalktı, tezgâha yaklaştı.

“Allah aşkına, beş yaşından beri bu çocuğu İngilizceye, piyanoya, tekvandoya… Yetmedi, ikinci dil Almanca’ya başlatırken neye hazırlıyordun?”

Nurhan duymazdan gelerek, Efe’yle konuşacağı başlıklara devam etti.

“Üstelik tam evlilik çağına gelmişken bu olur mu? Ya ecnebi bir kızla evlenirse? Ben gelinimle, torunumla nasıl anlaşırım?”

“Aaa, sen oğlunu Almanya’ya değil, Alman kıza kaptırmaktan mı korkuyorsun?” dedi Sadi neşeyle. “İster Türk, ister Alaman, evlenince zaten değişir her şey.”

“Ben orada mıyım Sadi, Allah aşkına… Ben güçlü karakterli, kanatları kuvvetli biri olsun istedim… Ama evin etrafında dönsün dursun istemişim galiba.”

“Oğlun güçlü işte. Onu 1970’te Almanya’ya giden işçi adayları gibi sanıyorsun. Adam cerrah, oradan talep etmişler, ‘Gel, bizimle çalış,’ demişler.”

Sadi, üst raftaki ceviz kavanozuna uzandı.

“Hepsini döveyim mi?”

“Döv döv, bol cevizli olsun. Yeni hocaları gerçek Türk baklavası yesinler.”

Nişastayı eliyle silkelerken “Bir yanım da hak veriyor doğrusu. Ama gel analık tarafıma sor işte. Benim sarmamı özler, böreğimi ister, canı tarhana çeker.”

Sadi, havandan çıkan tok sesle uyumlu bir kahkaha savurdu.

“Hadi hadi… Biz de dipfriz doldurma bahanesiyle Almanya’ya, gideriz.”

Artık tutamadığı gözyaşını silerken “Aksanı değişir insanın. Önce dili, sonra kalbi soğur. En sonunda anne kokusunu, memleket kokusunu unutur.”

“Senin oğlun ha… Hadi canım, unutur mu hiç? Yapma Allah aşkına!”

Elleri; bembeyaz, nişastayla kaplı bezeleri yumuşacık bastırarak büyüttükçe büyüttü. Eskiden hamur büyüdükçe keyfi artardı, bu kez olmadı.

“Şimdilerde gideriz ama yaşlanınca ne yapacağız?”

Sadi “Onu da o zaman düşünürüz. Belki o kadar kalmaz, birkaç yıla döner?” derken sokağa göz attı pencereden.

Nurhan oklavayı bir kenara bıraktı, avuçlarını sıvazladı, başındaki tülbenti düzeltti, son katı da özenle serdi tepsinin en üstüne.

“Tepsiyi fırına birlikte verelim, çarşıya da çıkalım,” dedi.

“Ah, şimdi aklımdan geçiyordu; Türk fincanı alalım çocuğa. Bir de bakır cezve,” dedi  Sadi.

“Sen benden iyi düşündün. Ben de, her tanıştığına versin diye bir sürü nazar boncuğu, el havlusu falan alalım diyecektim,” derken canlanmıştı Nurhan’ın sesi.

Otoriter bir tonla “Bak, aşırıya kaçma. Kitapları zaten ağır olacaktır,” dedi Sadi.

Nurhan bir an durdu. Mutfağın kapısına dayandı.

Sadi’ye bakmadan, uzak bir noktaya doğru konuştu. 

"Bundan istemiyorum gurbeti. Daha yola çıkmadan cürmünü hafifletiyorlar. Taş yerinde ağır.”

  Hülya HİÇYILMAZ

 

Yorumlar


bottom of page