top of page

Çakıl Taşı


Oda loş. Tavan lambaları yanmıyor. Gelen giden yok henüz. Dışarıdan belli belirsiz sesler geliyor. Ayak parmakları ilişiyor gözüne. Buz kesilmiş, tavana bakıyorlar.

Ağır, sevimsiz bir koku var. Rutubet kokusuyla karışık, iç bayıltıcı.

"Bir an önce bitse…"

Bir çırpıda geçti koridordan. Eteği dolandı ayaklarına, sendeleyip düşecekti. Açtı kapıyı. Dalgaların hışırtısı kucakladı, rüzgâr sarmaladı. İki basamak indi. Oturuverdi. Ayaklarını sarkıttı. Etekleri uçuştu. Çıplak ayakları değdi suya. Önce başparmağı ürperdi, dikildi. Sonra diğer parmaklar sıraya girdi. Dalgalar yalayıp yuttu.

Ay ışığı gülümsedi. Endişeli görünüyordu. Birazda dalgın. Donuk parıltısında geçmiş günlerden bir şeyleri değiştirmek ister gibi. Dipsiz kuyulardan sessiz sedasız kıpırdadı. Sessizliğin içinden sesleniyordu sanki. Ay, ışığını saldı yüzüne. Okulu bıraktığı günü seriverdi önüne.

Kapandı gözleri. Dudakları titredi. Hayallerinin bittiği o gün. Eğdi başını. Kimse fikrini sormamıştı. Annesi "Zor günleri atlatalım dönersin okuluna," demişti demesine de… Dönememişti işte.

"Kardeşsiniz!" diyerek bakımını, okul masraflarını yağmur misali nasıl da yağdırmıştı üstüne. Bugün yarın derken küflenmeye yüz tutmuş unutulup gitmişti. Evin küçük hanımı olup çıkıvermişti. Arada bir söylense de, alışmıştı.

Babası evi terk etmeseydi. Annesi her şeyden elini eteğini çekmeseydi. Kim bilir, o zaman yaşananlar değişir miydi?

-Ne dersin?

Yakamoz kıpırtısız tuttu nefesini.

Hafifçe geriye kaykıldı. Yine "Kardeşsiniz," diyerek gelmişti işte! Ne ara içine kaçtığını hatırlayamadığı, belki de hiç gitmemiş olan annesinin iç sesi. Tıpkı guguklu saat gibi. Beynini kemirip duruyordu. "Kardeşsiniz! Kardeşsiniz!..."

"Yedi bitirdi beni“ Gözlerini açtı. Yakamozla göz göze geldi.

"Kırkından sonra doğurmuş biliyorsun. Kıymetli. Evin prensesi!"

"Ya ben?"

Ayağıyla suya 'şap' diye vurdu. Yakamoz silkindi. Kocaman bir dalga vurdu kıyıya. Sırılsıklam oldu etekleri.

"Yakamı bırakmıyor bak! Gümüş tepside sundum hayatımı. Yetmedi! Yetmiyor! Hiçbir zaman da yetmeyecek!? Neyim kaldı ki verecek, bedenimden başka?"

İki taş alıp birini atıverdi suya. Düşündükçe boğazı düğümlendi. Yumruğunu sıktı. Sesi içine kaçtı. Bir fırtınadır koptu yüreğinde. Coştukça coşuyor, estikçe esiyor, kasıp kavuruyordu. İçi sıkıldı, göğsü daraldı, zor nefes aldı. Damarlarındaki basınç öyle şiddetlendi ki, beyninden fışkıracak sandı.

Elleri göğsünde, iki büklüm soluksuz kaldı. Fırtına da boğuldu. Rüzgârda savruldu. Karanlıktaydı. Dudaklarını büzdü. Sözcükler zar zor dökülüverdi.

"Vermeyeceğim işte!"

Ay ışığı tüm haşmetiyle eğildi. Okşandı başı.

Derin bir iç çekti. Şimdi ışıltılara tek tek bassa. Bir, iki, üç deyip yakamoza sarılsa. Alsa götürse uçsuz bucaksız diyarlara. Kaybolsa.

Hafifçe doğruldu. Gözleri kamaştı. Çocukluğu düştü zihnine. Yakamozun olduğu akşamlar, uyku tutmaz, kaçıverirlerdi yataklarından. Koşarak inip merdivenleri, otururlardı düşünmeden. Salınırdı bacakları. Arada bir çarpışırdı ayakları.

Ağaçtan aşırdıkları erikleri yerken pek keyiflenirlerdi. Bir ısırık kendine, bir ısırık kardeşine, bir ısırık denize… Dalgaların sarhoşluğuna kapılır, gülüşleri karışırdı geceye. Annesi görse kızılca kıyamet kopardı. Ya üşütürse böbreklerini, ya karnı ağrırsa, yumurtalıkları iltihaplanırsa çocuğu olmazdı, Allah korusun.

"Bende böbreklerimi üşütebilirdim. Karnım da ağrımaz mıydı? Çocuğum da

olamayabilirdi sonra."

"Ben külkedisiyim unutma!"

Gökyüzüne bakıp, dilek tutar, birbirlerine söylemezlerdi hiç. Bir oyundu bu aralarındaki. Ellerine aldıkları çakıl taşlarını sırayla denize atarlardı. Kim daha uzağa atarsa tuttuğu dileği söylerdi. O hiç dileğini söyleyemedi. Hep aynı dileği tuttu.

Ilık bir rüzgâr esti. Yüzünde varla yok arası bir tebessüm belirdi. Gözleri nemli. Hafifçe döndü. Yeri boştu. Şimdi çakıl taşlarını çıkarıp bir bir atmak kafasına kafasına.

"Yoooo!" diyordu içindeki ses. "Siz kardeşsiniz!"

Başka bir ses duydu derinlerden "Verme, çeksin gitsin hayatından! Nihayet külkedisi devrin biter. Yıllardır tuttuğun dileğin de kabul olur. Evin prensesi olursun," diye seslendi.

Dikleşti iyice. Sağ kolunu atıp geriye. Avucunda kalan taşı da savurdu ileriye. Ağır ağır yükseldi yükseldi bir yay çizerek yavaşça indi. Kolu havada asılı kaldı. Ta ki düşene kadar 'cılk' diye bir ses. Deniz aldı çakıl taşını. Hiç atmamış, var olmamış gibi.

Kolu düştü bacağına hâlsiz. Mecali kalmamış bir çakıl taşıydı şimdi. Başı düştü. Kamburu çıktı. Aynı anda binlerce çakıl taşı savruldu bedenine. En büyüğü de böbreğine.

Bir damla gözyaşı karıştı rüzgâra. "Çocukluğunuzun hatırına!" deyiverdi cılız bir ses.

Fırtına durmuş. Rüzgâr kesilmiş. Oracığa yığılıverdi.

Yakamoz el sallamakta. Bedri Rahmi’nin dizelerini fısıldayıp, gitmek üzere.


"Bir erik ağacı tepeden tırnağa dolanır

Deliler gibi dönmeye başlar

Döndükçe yumak yumak çözülür

Çözüldükçe ufalır küçülür

Çekirdeği henüz süt bağlamış

Masmavi bir erik kesilir ağzımda

Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde."


Tavandaki lambalar yandı. Kapı açıldı. Sesler yakınlaştı. Sol kolunu uzattı. İğnenin ucu girerken damarına, bir sıcaklık yayıldı. Parmak uçları gevşedi. Gözleri kapandı. Sağ böbreği hareketlendi. Doğruca kardeşinin sol böbreğine yerleşiverdi.


Seval Banu SARAÇ

19 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Tahire

Yazamıyorum

bottom of page