top of page
Yazarın fotoğrafıElif DİRİCAN

Sucuksulu Yumurta



Kadın mutfak camının önündeki masaya oturmuş, gözleri dolu dolu dışarıyı izliyor ve önündeki yemeği yiyordu. Yeni uyanmış kızı gözlerini ovuşturarak yanına geldi.

- Anne ne yiyorsun böyle?

- Sucuksulu yumurta.

- Anne dolap sucuk dolu, onları pişirseydin ya!

- Yok, kızım bunun tadı bambaşka. Bunu yerken aklıma hep çocukken tanıdığım Naciye teyze gelir. Mahallenin deyimiyle Delicoş Naciye. Babam, annemle dört çocuğunu yani bizi, gecenin bir vakti kapının önüne koymuştu. Kışın ayazında dışarı doğru itelenirken annem, kapının arkasındaki siyah yün atkıyı alıp boynuna dolamış, babam onu bile çok görmüş, kalın kaşlarını çatarak çekip almıştı. Annemin felçli kolu daha bir sarkmış, sağlam kolu hepimizi kucaklamaya çalışıyordu. O gece nereye gideceğimizi bilemedik de Delicoş Naciye teyzenin evceğizine sığındık.

Sabah çok güzel kokularla uyandık. Naciye teyze bize sucuksulu yumurta yapmıştı. Ondan annem de öğrendi, ara ara pişirdi bize. Tavaya yağı döküp içine karabiber, kimyon, kırmızı biber, çemen otu, sarımsak koyup kokusu çıkana kadar kızdırırdı. İçine yumurtaları kırınca oldu mu sana sucuksulu yumurta. Bu fakirhanede yaklaşık on gün kaldık.

On günü bazen hiç konuşmadan, bazen annemle Naciye teyzenin babama ilenmeleriyle, tarhana çorbasıyla, turşuyla geçirdik. Kendi evimizde de ahım şahım yemekler olmazdı ama burada peynir, zeytin bile yoktu. Gün bir, öğün üç; durup durup acıkıyoruz. Çocuk aklı işte “Delicoş Naciye teyze, buzdolabı nerede?” diye sorduğumda o meşhur kahkahalarından birini atıp “Benim ev buzdolabı zaten gülüm, hem ne koycam ben buzdolabına?” demişti.

Annem her gün postaneye gidip birilerini arıyor, gelene kadar da felçli koluna sarılarak ağlıyordu. Eve gelince Naciye teyze bir iki alengirli laf edip annemi güldürüyordu. Sonra eline bir def alıp oynak bir türkü söylüyor, zorla annemi de kaldırıp beraber oynuyorlardı. Bazen ben de onlarla oynardım ama ağabeylerim başlarını eğip sessizce dışarı çıkarlardı. Herhalde evin kızlarından utanıyorlardı.

Üçüncü günden sonra ev aramaya başladık. Bir yandan da annem ağabeyimin kulağına fısıldıyordu, “Ev bulsak ne yapacağız oğlum, neyle ödeyecem ben kirayı?”. Bir gün Naciye teyze şen kahkahalarıyla geldi eve. Kasabamızın kenarında bir bahçede odunluk varmış. İçinde odun falan yokmuş şükür ama kapısı penceresi de yokmuş. Odunluğun sahibini bulmuşlar. Yaşlı bir adammış, “Oturabiliyorsanız oturun. Ağaçlara da göz kulak olursunuz.” demiş. Kira falan istememiş. Kasabada ne kadar virane ev, inşaat varsa dolaştık hep beraber. Sürüye sürüye getirdik kapıyı, pencereyi. Eksikleri tamamladık. Naciye teyzenin evinden bir tülbent alıp pencereye perde diye çakınca oldu mu sana ev? Bir kırık leğen banyomuz, bir kara tencere mutfağımız oldu. “Ee,” dedi annem “kuru duvarları kemirecek hâlimiz yok ya! Ne yiyip içecek bu kadar çoluk çocuk.” Kimse bir şey diyemedi. Göz göze gelip kaldılar öylece iki kadın.

Ertesi gün nereden bulduysa iki siyah çarla geldi Naciye teyze. Anneme doğru eğildi, fısıldadı. “Napcaz gülüm, utanma diye ben de yanında duracam.” Çarları başlarına doladılar. Yüzlerini de örttüler iyice.

Annemle Delicoş Naciye teyze bir yıl, ağabeyim liseyi bitirip imam olana kadar, şu karşıdaki caminin önünde dilendiler.

-Şu dilenci adamın olduğu yerde mi anne?

Kadın, rengi solmuş siyah yün atkının ardına gizlenmeye çalışan çatık kara kaşları tanıyordu.


Elif DİRİCAN

23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Konurkaya

Comments


bottom of page