top of page

Nurten

ree

Yirmi yıl be, dile kolay. Takvimden sayfa yırtmaya benzemez. Her saçmalığına katlandım ama yetti artık. Yemekte soğanlar gözükmesin Nurten. Gömleğimin kollarında çift çizgi mi var Nurten? Bu et böyle mi pişirilir Nurten? Camda dalga kalmış, silememişsin Nurten. Nurten kadar taş düşsün başına. Bir şeyden de anlama be adam. Ama nerede onda o anlayış?

Köşesinde kurulsun, sadece emir versin, olan işi de beğenmesin. Sakız çiğnememe bile laf eder yıllardır. Başlarda sabırlıydım aslında, gençlikte insan daha yumuşak başlı oluyor. Zaten Yeşilçam filmleriyle büyümüşüz; pembe panjurlu, sevgi dolu, sıcacık yuva söylemleri DNA’mıza işlenmiş; insan doğrusu odur sanıyor ama zaman geçip de boşa harcanan vaktin geri dönmediğini fark edince sabredecek takat kalmıyor işte.

Ben kendime de kızıyorum ama… Ya sen o kadar okullar okudun, üniversitelerden mezun oldun, çocuk doğurdun diye işi bırakmak nereden çıktı? Bebeğimiz senin terbiyenle büyüse daha iyi olmaz mı Nurten? Olur tabii, olmaz mı? Sadece ben terbiye edeceksem sen konu mankeni olarak mı aramızdasın demek aklıma gelmedi. Gelmez. Ay ben nasıl yanlış anlamışım şu evlilik işini yahu! Sus, sus nereye kadar derken her şey o malum sabaha kadarmış.

O sabah nispeten normal başlamıştı. Beyefendi işe gideceği için kendisinden yarım saat önce kalkmış, yedi dakikada haşlanmış rafadan yumurtasını, bir dilim Trakya beyaz peynirle servis etmiş, yanına hafif kızarmış çavdar ekmeğini koymuştum. Karanfilli çayını demlemiş, taze sıkılmış portakal suyunu da kesme cam bardağında hazır etmiştim. Ay, böyle sıralayınca daha da korkunç geldi gözüme. Neyim ben; eş mi, köle mi? Aklını kaçırmışsın sen Nurten, bunca yıldır bırak sana bir sabah kahvaltı hazırlamayı herhangi bir şeyi beraber hazırlamışlığınız olmayan bu adama gösterdiğin özene bak. Tam saatinde mutfak kapısında göründü zatıalileri.

Yüzünden düşen bin parça. Zaten genel olarak memnuniyetsiz bir adamdır. Her şeye kulp bulmakta üstüne yok. Bu sefer neye takıldı acaba diye düşünürken baklayı ağzından çıkardı.

“Nurtenciğim sana kaç kere dedim, şu duş jellerini alırken dikkat et, diye.”

“Dikkat ediyorum ya Hilmi, diğerleri alerji yapmaya başladı, dedin. Hindistan cevizi sütlü al dedin, ben de ondan aldım işte.”

“İyi de süt var, süt var. Tuncer olsun demiştim, diğerlerinin kokusu pek kalıcı değil. Gidip saçma sapan bir şey almışsın.” İçimden bir 'Fesupanallah' çektim.

“Peki, bir daha ondan alırım Hilmi.” Kahvaltıya başladık. Asıl bomba ondan sonra geldi.

“Ya Nurten sen kilo mu aldın bu sıra? Saldın sanki kendini. Menopoza girdin diye herhalde.”

Fırtınalardan önce sokakları garip bir sessizlik kaplar hani, etrafta terk edilmiş kovboy kasabası yalnızlığı hüküm sürer. Dalından düşmüş kuru yapraklar, yönünü kaybetmiş biçareler gibi salınır gider sokak ortasında. Önce öyle bir sükûnet oldu mutfakta. Sinek kanat çırpsa duyulacaktı sanki. Sonra midemden başlayarak beynime doğru yol alan, yol alırken hücrelerimi, damar yollarımı, organlarımı yakıp kavuran bir ateş sardı her yanımı. Avazım çıktığı kadar bağırdığımı Hilmi’nin far görmüş tavşana dönen gözbebeklerinden anladım.

Hayatının şokunu yaşıyordu zağar. Ağzım benden bağımsız yıllardır içimde biriken ne var ne yoksa döküyordu. Kamyonun freni patlamıştı bir kere, durdurabilene aşk olsun! Ne demekti, sen kilo mu aldın? Hadsiz seni. Sanırsın kendisi Kıvanç Tatlıtuğ! Bıkmadınız be kadınlar hakkında konuşmaktan, ağzı olan konuşuyor. Size ne bizim kilomuzdan, göbeğimizden, saçımızdan, makyajımızdan! Fırsat vermiyorsunuz ki her hâlimizle güzel olalım, kendimizi sevelim. Ah bize çeşit çeşit oyunlar oynayan bu metabolizmamız sizde olsa koridorun sonundan bisikletiyle yavaş yavaş yaklaşan Testere’yi görmüş gibi olursunuz.

O sinirle masadaki ekmek bıçağı gözüme çarptı. Her 14 Şubat’ta televizyondan reklamı eksik olmayan pırlantalar gibi parlıyordu şerefsiz. Pırlantada gözümüz yok ama şu bıçak elime ne de yakışır, deyip emektar Sürmene’yi kavrayınca Hilmi’nin rengi iyiden iyiye sarardı.

Özür dilemeler, yanlış anladın karıcığım demeler de o sıra başladı. Bir güzel korkmuştu, iyi mi! Yıllarca aradığım huzurlu ve mutlu evliliğin anahtarını hiç ummadığım bir anda buluvermiştim.

Benim memnuniyetsiz Hilmi'm, meğer ben sustum diye tepeme çıkıyormuş, ateş olsa cürmü kadar yer yakacakmış. O günden sonra her şeyime kulp takan o adam kayıplara karıştı. Sıkıysa kulp taksın gerçi, gözlerimi belertip mutfağa doğru seğirtince bıçağı kapacağımı sanıyor, muma dönüyor valla. Bir rahatım sormayın gitsin. Alışverişmiş, yemekmiş, sabah kahvaltısıymış…

Hiç umurumda değil, artık kendim için yaşıyorum.

Aa, kapı sesi. Geldi herhalde, yirmi yıl sonra öğrendi anahtarı ile girmeyi. Nasıl, isteyince oluyormuş değil mi?

“Merhaba Nurtenciğim.” Ağzımda en sinir olduğu şey...

“Hoş geldin Hilmi.”

“Sakız mı çiğniyorsun canım?”

“Çiğniyorum ya.” Ayağa kalkarken kocaman bir balon yapıverdim pespembe sakızımdan. 23 Nisan’da çocukların ellerinde tutup salladıklarından bile büyük oldu. Şaaaak diye yüzünde patlatıverdim.

“Var mı diyeceğin?” dedim.

“Yok karıcım, yanlış anladın,” dedi. Elini cebine soktu, bir paket sakız çıkardı.

“Sana aldım, bununla daha büyük balon oluyormuş, çiğnersin.” dedi.

Gonca SAYGIN

Yorumlar


bottom of page