Balıkçı
- Sevgi Çifter
- 14 dakika önce
- 4 dakikada okunur


Yirmi iki gündür hastanedesin. En istemediğin yerde. Zaman zaman kendine geliyorsun ama çoğunlukla gözlerin kapalı. Sayıklıyorsun genellikle. Kapı arkalarında geçmişte kalan birilerini görüyorsun. Hiç alışık olmadığım şekilde göz kırpıyorsun bana belli belirsiz. Yaramaz bir çocuk gibisin. Beni götürsene buradan, diyorsun. Nasıl? diyorum. Hastanedeyiz, çıkaramam seni. Kaçarız, diyorsun muzipçe. Tekerlekleri yok mu bu yatağın? İterek çıkarırsın beni. Yapamayız, diyorum. Burada kalmak istemiyorum, diyorsun ısrarla. Ada’ya gidelim. İyileşince gideriz Ada’ya, diyorum. Hayal kırıklığına uğruyorsun. Gözlerinden anlıyorum. Elinden oyuncağı alınmış gibi dudaklarını büküyorsun.
Denizden babam çıksa yerim, diyenlerdendi. Emekliliğindeki en uzun yürüyüşleri balık avlama uğruna yaptı. Yunan mitolojisindeki Okeanos ile Tethys'in oğlu Nehir Tanrısı Saggarios’un günümüzdeki adını taşıyan nehir, babamın doğduğu kentin ovalarını yeşerten yaşam kaynağıydı. Yaz kış demez, nehre yürürdü ve kıyıya ulaştığında; hâkî renkli çantasından çıkardığı hamurları eliyle böler, küçültür, oltaya takılmaya hazır hale getirirdi. Bazen de ekmek yerine solucan kullanırdı yem olarak. Ama ilk tercihi hep hamurdu. Bıkmadan usanmadan beklemeye başlardı sonra. Sofradaki, oturma odasındaki, konukluktaki, daha sonraları yatağındaki beklemelerden birisi olan nehir kıyısındaki beklemeye; mataraya doldurulmuş kendi üretimi içki ve ekmek arasına o gün evde ne bulduysa sıkıştırdığı nevale eşlik ederdi. Bir de ufak pilli radyo. Bir meditasyon muydu balık tutmak onun için yoksa doğayla bağ kurmanın bir yolu muydu? Kimileri balıkçılığını, çok sabırlı olmasına yorardı; kimileri ise emekliliğinde çevresiyle kuramadığı ilişkiyi aradığından söz ederdi fısır fısır. Saatler boyu beklerdi meşe ormanının çevrelediği nehrin kıyısında. Nehir; rengi zaman zaman yeşilliğini kaybedip boza çalsa da ülkenin en uzun üçüncü nehri olmanın kıvancıyla, dokuz ili dolaşır ve Karadeniz’e ulaşırdı, tarih boyunca hep yaptığı gibi. Günün ışıkları gecenin karanlığına yenilirken balıkçı da toparlanırdı yavaşça. Eli boş dönmezdi genellikle. Dedesinin mirası çekik mavi gözleri bir başka pırıldar, yüzü büyük işler başarmış insanların yüzüne benzerdi dönüş yolunda. Her daim çatılı görmeye mahkûm olduğumuz gür kaşları yerlerine döner; görenin ne tonton bir ihtiyar diyeceği biri oluverirdi. O hali gözümün önünde gibi oysa hiç gitmedik birlikte balık tutmaya. Benim tercihim değildi gitmemek. Nehirde hangi balıklar var bilmezdim küçükken, eve gelen kızılkanatları tanırdım sadece. En büyüğü, balıkçının küçücük avuçlarının boyunu geçmeyen kızılkanatlar. Bol yağda kızartılsa bile tadı çok iyi gelmezdi yediğimizde ama yememek gibi bir lüksümüz yoktu. Tıpkı zeytini bölmeden yeme lüksümüzün olmadığı gibi. Özellikle bollaştığı zaman hamsiden yapılan tuzlama kalmış aklımda o yıllardan bir de. Kılçığı çıkarılmış bir sıra hamsi, bir sıra tuz dizilimi ile yapılmış, adının sonradan salamura olduğunu öğrendiğim hamsi tuzlama. Bol sıvı yağ ile gelirdi masaya. İçine kaçmışlığını akşamcılıkla taçlandıran balıkçının yegâne mezesi. Balıkçının yemek tabağının önüne konulurdu hemen ama bizim de yememize izin olurdu.
“Serum takacak damar bulamıyoruz artık!”
Merakım olmadığından mı yoksa balık tutmaya sadece erkeklerin götürülmesine tepkiden mi bilmem, balık isimleri hiç önemli olmadı hayatımda. Balıkla ilişkim, oltayla tuttuğu balıkları eve taşıyanla olduğu gibi hep mesafeliydi küçükken. Bu mesafeye rağmen her nasılsa maya tutmuş olmalı ki yarım yüzyılı aşan yaşımda bile balık, en sevdiğim yiyeceklerden bugün. Ancak balık isimlerini birkaçı hariç bilemem hâlâ. Balıkçının otuz yıl emek verdiği mesleği miydi bu mesafeyi yaratan yoksa karakteri miydi? Her ikisinin de payı vardı kanımca. En yakınındakilere uzak durmak, güven duymamak, hep tetikte olmak, kuşku içinde yaşamak; büyük güçlüklerle ana vatanından kaçmak zorunda kalan dedesinden mirastı belki de. Babamın kaçış noktası olduğunu şimdi anlayabildiğim nehir ve musluğumuzdan bardağımıza doldurarak içtiğimiz suyun geldiği göl, vazgeçilmezdi yöre insanları için.
Balıkçının gençliğinde çok sevdiği göl kıyısı piknikleri -tek başına gidilen nehrin aksine- ne kadar tanış, ahbap, akraba varsa hep birlikte gidilen yerdi. Her evde arabanın olmadığı zamanlardı. Devlet büyükleri ve yörenin zenginleriydi özel araba sahipleri. Piknik yerlerine ya toplu olarak tutulan minibüsle ya da komşunun kamyonetine doluşularak gidilirdi. Bir de erkenci sabah treni taşırdı piknikçileri göle. Pazar günleri trenin hali Hindistan’daki yolcu trenlerine benzerdi. Herkeste en az ikişer bez çanta veya file olurdu. Neler yoktu ki içlerinde? Kilim, yastık, küçük tüp, tencere, çaydanlık, domates, biber, patlıcan, evde yoğrulmuş köfte, karpuz, ekmek, şişirilmiş şamyel, top, salıncak ipi… Küçük çocuklar hariç kimsenin eli boş olmazdı. Balıkçı, sırtında bir de bot torbası taşırdı yan taraflarına kürekleri bağlı. Biz çocukların, önünde binmek için sıraya geçtiği hâkî renkli bot. Şişme işlemi tamamlandığında, kadınlar yemek hazırlığına girişirken balıkçı sırayla çocukları botla sazlıkların arasında dolaştırırdı. Şanslıysanız nilüfer de görürdünüz sazlıklarda. Sonrası sular içinde çırpınma, debelenme savaşı. Balıkçı hariç kimse yüzme bilmezdi çünkü. Kıyıdan ayrılmamamız tembihlenirdi, göl içine çekerdi yoksa! Bir de sazlıkların içine girilmezdi. Kaybolurdunuz. Güneş çekilmeye başlamadan önce, dönüş treni saati yaklaşırken balıkçı mıntıka temizliği yaptırırdı herkese. Çocukların göle bıraktığı atıklar hariç tek bir çöp kalmazdı geriye. Sadece sebze ve meyve kabuklarından oluşan çöpler, gelirken yiyeceklerle dolu olan bez çantaların içine konulurdu gazete kağıtlarına sarılarak. Pet şişeler, naylon poşetler hayatımıza girmemişti henüz. Yol üzerindeki çöp varillerine atardık çöpleri istasyona varmadan. Yüzlerimiz, sabah trene koştururken olduğu gibi neşeli ve gölde yüzecek olmanın heyecanıyla yüklü değil; güneşten yanmış, yorgun, eve varıp yataklara serilmenin sabırsızlığını taşırdı dönüş yolunda. Gitmeyi her ne kadar kendi isterse istesin pazar pikniğinin, çehresi değişmez kişisi, balıkçı olurdu yine. Sabah giderken nasıl kaşları çatık, iki dudağı aşağı sarkıksa, dönüşte de aynı ifadeyi taşırdı. Neden? Üzgün mü, sevinçli mi anlayamazdınız. Tüm vücudu irin akan yaralarla kaplıymış da acı çekiyormuş gibi bir surat. Hep kızgın, hep kendi sağırlığında. Kocaman bir bilinmezlik…
“Ellerini bağlamamız gerekiyor, görüyorsunuz zorla takıyoruz serumları! Bu serum da çıkarsa bir daha takamayız…”
Uzaklardan gelen bu sesi duymak istemiyor kulaklarım. Hiç olmazsa bayramlarda başımı okşasın istediğim minicik ellerine, şuursuzca çırpınan ellerine bakıyorum.
“Bağlamayın, ben tutarım ellerini…”
12.07. 2025
Yorumlar