top of page

Baba Kokusu


Bir köşesi kıvrılmış, köhne fotoğrafa bakarken Hasan emminin sesi bir süreliğine kesildi. Gözlerini neredeyse hiç kırpmadan bakmaya devam etti. Tâ ki gözleri yaşarıp sızlayana kadar. Güneşin altında kuruyup çatlamış milli toprak gibi derin, siyah yarıklarla dolu elinin tersiyle gözlerini sildi. Fotoğrafa tekrar bakmaya başladı: 

“Zemheriden çıktık da ne oldu? Şimdi de girdik kara kışa. Soğuk aynı soğuk, ayaz aynı ayaz. Sabahları ikimizin de canı yataktan çıkmak istemezdi. Ne günlerdi be! Soğuktan karakterimiz bile donardı. Burnumuz, kulaklarımız, ayaklarımız donardı. Allahtan madenin içi sıcaktı. Her sabah altıda kalkıp yola düşerdik. Hele kışın, güneş bile doğmadan yola revan olurduk. Ne kahvaltısı canım, düğülcek çorbası nemize yetmiyordu. Haftalığı aldık mı kuruşu kuruşuna anama teslim ederdik. Anam kasabaya indikçe eskiciden üst-baş alırdı. Kimi dar olurdu, kimi de bol gelirdi. Şöyle tam üstümüze oturan bir esbap giyemedik. 

Yine bir kış günü olmalı. Bir adam geldiydi. Biz Alamancı falan sandıydık. Önce bize çikolata vermişti. Ne kadar da tatlıydı. Tadı gitmesin diye sigarayı öylece dudağımda bekletip, zinhar içime çekmediydim. Bize iş aradığını söylediydi. Sabah evimizin güneşe bakan tarafındaki duvarına yaslanmış güneşleniyorduk. Selim ağabeyim hep içerdi, içine de çekerdi.

Adamın insanın içine işleyen bakışları vardı. Çok soru soruyordu. Arada bir boynunda asılı duran fotoğraf makinesini tutuyor, parmaklarıyla tozunu siliyordu. Sonra başka sorular, soruyordu:

"Hangi okula gidiyorsunuz?" 

"Ne okulu, Selim abim orta ikiden ben de ilkokul beşten terkim." 

"Allah Allah, niye ki?"

"Babamız ölünce çalışmamız gerekti."

"Tarlada çalışmak size zor gelmiyor mu?"

Selim ağabeyimin gülüşünü hiç unutamıyorum. Hem gülüyor hem de öksürüyordu. Ağzından burnundan dumanlar çıkıyordu. Ben de ona gülüyordum. Adam tebessüm ediyordu. Sabırla bekliyordu.

"O ne ki, biz madende çalışıyoruz. Kimsenin giremediği galerilere biz giriyoruz. Orada kazma işlemiyor, çapayla, tırnağımızla kazıyoruz. Onun için bizim haftalığımız nerdeyse büyüklerinki kadar." 

Adamın gözleri kocaman kocaman oldu. Tıpkı bizim öküzün karanlıkta parlayan gözleri gibi. 

"Ne madeni? Maden nerede peki?" 

"Akik madeni. Deyho şu parlayan kırmızı tepenin böğründe. Babam da orada öldüydü. Cenazesini bir ay sonra çıkardılar. Öylece duruyordu. Karnı şişmişti. Yüzü tozdan bembeyazdı. Sonra tanımak için yıkadılar, morarmıştı." 

"He mi? Allah rahmet eylesin. Yakın şu sigaraları da şöyle yakışıklı bir fotoğrafınızı çekeyim."

"Ağabeyim içer, ben içmem."

"İçme sen, ağzında dursun yeter." 

Hiç unutmuyorum artist gibi poz verdiydik. Tabii sonrasının o kadar kötü olacağını bilemezdik. Adam meşhur bir gazeteciymiş. Araştırmacı gazeteciymiş. Ankara’dan gelmiş. Kıbrıs Savaşı’na, Afgan Savaşı’na falan da gitmiş. Kaç kere ölüm tehlikesi atlatmış. Kendisi öyle dedi. Hem cesur hem de şanslı adammış. Savaşta ölmek, madende ölmekten daha mı güzel? 

Bir hafta sonra madeni mühürlediler. Patronu tutukladılar. Maden kaçakmış. Biz işsiz kaldık.

Babamın bir fotoğrafı bile yok. Hayal meyal hatırlıyorum. Bir tek cenazesini unutamıyorum. Her gün başımı yastığa koyduğumda gözümün önüne gelir, morarmış. Sonra derin mavi gözleri... Bizi ne kadar sevdiğini soramadan uyuya kalırım hep. 

He ya Selim abim iyi sigara içerdi. Rahmetli koahtan öldü. Aha bu fotoğrafla, ağabeyimin başındaki kasket babamdan yadigâr. 

He arada bir çıkarır koklarım.

Abdullah TEMİZKAN

Comments


bottom of page