top of page
Yazarın fotoğrafıZehra İlgün ÇAMLI

Şaibe Teyze 3

Telefonunu yatak başındaki komodinin üstüne dik bir şekilde yerleştirdi. Karşısına geçip döndü.

- “Nasıl olmuş?” dedi.

- “Yapma Serra!” dedi İrem. “Bunu müfettişleri uğurlarken akşam yemeğinde giymiştin. Müfettişe değil müstakbel kayınvalideciğine gidiyorsun.” Ofladı Serra.

- “Çok gerildim,” dedi. “Bir şey de almadım daha. Kuyuşeker’den baklava alıyım diyorum. Yarım kilo yeter mi?”

- "Bir kilo al bence ama önce o elbiseyi çıkar, normal bir şey giy canım."

- "Ne olur ki?" dedi Serra telefona eğilip.

- "Kot giy, normal kot. Üstüne de saten gömleğin var ya geçenki beyaz. Onu giy. Yani saten bir ciddilik katar, kot dengeler."

Hızla dolaba koştu Serra. Askıdaki gömleğini alıp gösterdi “Bu mu?” diye.

- “Evet bu,” dedi İrem. “Saçlarını da düzleştirip önden iki tane kıvırıyorsun ya maşa ile öyle yap. Çok yakışıyor. Haydi, gazan mübarek olsun!”

Saat 15.00’te beyaz saten gömleği, kot pantolonu, sprey kokan saçları ve elinde yedi yüz elli gram fıstıklı baklava ile Çağatayların apartman kapısının önündeydi Serra.

- "Alo Çağatay aşağıdayım kaç numara?"

- "10 numara canım çok dakiksin."

- "O kadar olsun Kuyuşehir Birleşik Krallığı'nın gündüz çay saatlerini de öğrendik şükür…"

Asansörden indiğinde maaile kapının önündeydiler.

- “Merhabalar,” dedi Serra. Çağatay’ın annesinin boynundan fiyonk yaptığı örtüsüne, örtünün altından çıkardığı krepeli saçlarına uzunca baktı.

- “Hoş geldin” dedi. “Ben Nebahat, hadi geç.” Gömleğinin dekoltesine elini koyarak eğilip ayakkabılarını çıkardı Serra. Serra’nın beyaz babet çoraplarına uzunca baktı Nebahat. Sonra irkilip vestiyere koştu. Hafif topuklu bir terlik verdi… Ardından sarılıp öpüştüler. Serra Ahmet Bey'le de tokalaşınca içeri geçtiler.

Devasa salondaki avangart mobilyalara bakakaldı Serra. Karşıdaki kanepeyi kendi salonuna koysa duvardan duvara sığmazdı sanki. “Bunu İrem’e anlatmalıyım,” dedi içinden. “Destur!" dedi yine içinden. “Sultan Serra Han oturuyor koltuğa.” Avangart berjer Serra’yı yutuverdi. Biraz daha dik durup berjerin ucuna itti kendini.

Nebahat, Serra’ya göre aralarında yaklaşık yüz, gerçekte beş metre olan karşı berjerden konuşmaya başladı.

-"İlk girince herkese bir büyük gelir bizim salon. İki daireyi birleştirdik. Müteahhidi babamdı buranın. Tabii sonradan taşındık biz. Bir yan daireyi de alıp birleştirdik. Bak fark edersen şurada kolon var anlaşıyor. Eee bu salona da küçük mobilya olmuyor. İki takım koysam, onu da yaptım iyi olmadı. Bunları İstanbul’dan beğendim. Ancak yetiyor çoluk çocuk, torun torba olunca hele. Kusura bakma bu arada kızım. Daha erken çağırmak isterdik. Malum biliyorsun. Şaibe’nin olayı hepimizi çok sarstı. Yarın, bir gün derken. Yedi mevlidi okundu dün. Ben de ancak bu güne çağırabildim seni. Eee nasılsın bakalım? Annen baban nasıl?"

Verilecek yanıt belliydi. Herkes iyiydi. Kuyuşehir çok güzeldi. Sadece biraz küçüktü. Serra’nın memleketi de güzeldi. Evet, öyleydi annesigil de sevmişti Kuyuşehir’i. Yok, yok değildi. İki sene daha buradaydı. Aynen öyleydi. Her şey nasip kısmetti…

- “Havalar da soğuyamadı gitti” dedi Nebahat. “Bunaldım valla. Aman kim var sanki çıkarayım şunu,” deyip başörtüsünü yanındaki sehpaya koydu. Saçlarını elleriyle düzelti. “Ya işte Şaibe çok sarstı bizi. Biz kız meslekten arkadaşız taa.” Derken Ahmet Bey’in telefonu, seçim müziği gibi bir şarkıyla çalmaya başladı.

- “Belediye Başkanı” dedi Ahmet Bey. “Ben içeride konuşup geleyim.

- "Konuş Ahmet Bey. Sevda Hanım'a selamlarımı ilet." Omuzlarını biraz daha yükseltip konuşmasına devam etti Nebahat. “Hiç susmaz ki Ahmet Bey’in telefonu. Neyse, ne diyordum çok sarstı. Kolay değil kaç senelik arkadaşlık. Sabahları uyanıyorum inanamıyorum. Hayır bir de kim, neden yapar böyle bir şeyi ? Kamera da yokmuş. Ona ayrı inanamadım. Sen bir şehrin en belli, en varlıklı ailelerindensin. Müstakil ev! İnsan nasıl kamera taktırmaz dedim. Meğer Adnan’ın halt yemesiymiş ya. Sen git söktür kameraları…”

Çağatay’ın öksürük sesiyle sustu Nebahat. İçeri gelen börek kokusunu içine çekti Serra. Nebahat “Ben bir mutfağa gidiyim,” dedi.

Annesi salondan çıkıca Serra’nın yanına geldi Çağatay.

- "Annem başını ağrıttı biraz galiba. Konuşmayı sever."

- "Estağfurullah..."

- "Boyun kısa geldi koltuğa Serra. Bak benimle evlenirsen sana da bunlardan alırlar üzülme…"

- “Git işine,” dedi Serra.

- "Sen bir de yatak odasını gör bak. Yemekten önce elini yıkarsın. Hemen yan tarafta."

- "Saçmalama Çağatay."

- "Tam senlik..."

- "Çağatay, Şaibe Molla’lar kamerayı neden söktürmüş?"

- “Amann neden olsun!“ dedi salonun başında elinde büyük porselen bir tencere ile beliren Nebahat. Tencerenin içindeki koku böreğin kokusunu bastırmıştı. Çağatay’ın öksürüğü bu sefer Nebahat’i bastıramadı. Bir yandan masayı düzeltirken bir yandan anlatıyordu.

- "Adnan Molla. Kocası Şaibe’nin… Kuyuşehir’de yatıp kalmadığı ka…. Tövbe tövbe neyse. Çapkın mı deyim işte anla kızım! Neyse Şaibeeer bu yaza kadar Aşağı Sulak’taki bağ evinde kalıyordu hastalık falan vardı ya. Adnan da git bu eve… Tövbe tövbe. O ka… Kötü kadınları sok sürekli… Gözükmesin diye bir de kameraları söktür… Neyse…"

- “Anne” dedi Çağatay. “Serra baklava getirmişti. Sen çok seversin Kuyuşeker’den. Koydun mu onu?”

- "Koydum Çağataycığım koydum… Ah Şaibe bir gün bile mutlu olmadı Adnan’la. Ah ne ince ne zarif kızdı… Babası okutsaydı okurdu da. Elinden kitap düşmezdi. Bunun âşığı vardı Kuyuçukurlu. Babası verir mi maraba kılıklıya kız! Onun da neyini sevdi Şaibe, bilmem ha. Cılız sıska bir çocuktu. Neyse bunu Adnan’a verdi babası. Ama bir gün bile içine sindiremedi Şaibe. Adnan o zamanlar Adnan Molla da değil ha. İyi temiz aile ama beş kuruş yoktu cebinde. Sami Altınbeyli elinden tuttu sonra da… Allah yürü ya kulum deyince. Neye yarar. Ahh Şaibe. Saydık, cenaze evinde tam bin kitap vardı kütüphanesinde. Hepsine de okuduğu tarihi yazmış."

- “Nasıl? Çok mu kitap mı okurdu?” dedi Serra şaşkınlıkla.

- "Çok çok… Ah Şaibe… Ahmet Bey de geldi, hadi sofraya."

Yok yoktu sofrada. En uçta duran çift katlı kurabiye tabağı, onun yanında özenle dizilmiş sarmalar, sarmaların yanındaki havuçlu ve çikolatalı toplar, yoğurtlu bir salata, limonlu cheesecake, kek, börek, cevizli ve fıstıklı çörekler, Serra’nın adını bilmediği bir salata… Porselen tencereyi açtı Nebahat. “Çay sofrasına konur mu bilemedim Serra kızım ama buranın ciğeri meşhurdur. Ben de ev usulü yapmak istedim. Şaibe’nin ciğeri bu…” Serra bir hafta önce gördüğü rüyanın etkisinde şaşkınlıkla baktı Nebahat’e. “Şaibemin özel tarifi. Pek kimseyle paylaşmazdı. Bana da zar zor anlattı.” Serra’nın tabağını alıp ciğer koydu Nebahat. Ayıp olmasın diye tabaktaki en küçük parçayı ağzına attı Serra. Ensesinden aşağı süzülen sıcak ter, mide bulantısı ile birleşti.

- “Ben elimi yıkamadım. Lavabo nerede?” dedi. Koşar adımlarla gitti lavaboya. Yüzünü yıkadı. İçeriden çatal kaşık sesleri geliyordu. Banyo kapısını kapatıp Nebahat’in yatak odasına girdi. Pirinç başlıklı karyolaya uzunca baktı. Tuvalet aynasının üstündeki parfümlere göz gezdirdi. Şifonyerin en üst çekmecesine kırmızı dantel bir askı sıkışmıştı. Arkasına baktı. İçinden “Ne yapıyorum ben?” derken, şifonyere gitti. Çekmeceyi çekti. Bir dolu jartiyer gülümsüyordu Serra’ya. Pembe birisinin etiketi üstündeydi. Glodya Secret… Zil sesiyle irkildi. Çekmeceyi hızla kapatıp çıktı odadan.

Bu kapının önündeki oydu işte! O gün Şaibe Molla’yı o hâlde bulan, cılız sıska kargocu çocuk. “Ahh Baran,” dedi Nebahat. “Hemen geliyorum çocuğum.” Mutfağa koştu. Çağatay “Nasılsın Baran?” dedi. “İyiyim abi. Nebahat Teyze Baran uğrasın demiş de...”

. Elinde üç saklama kabıyla “Al yavrum Baran,” diyerek geldi Nebahat. “Afiyet olsun...", “Alsana yavrum.” Baran, titreyen ellerini uzattı.

- "Ne oldu Baran elin neden titriyor?"

- "Benim olur bazen."

- "Gözlerin de mosmor olmuş. Bakmıyor musun kendine sen?"

- "İyiyim merak etme Nebahat Teyze."

- "İyi tamam. Ye bunları bak güzelce. O üstündekini de değiştir. Bu sıcakta ne bu uzun kollu gömlek. Çağatay abinin tişörtlerinden vermiştim ya. Valla hepsi yepyeni. Biraz bol gelir ama giy onları. Ama böyle olmaz. Hâlâ titriyor elin. Mesut Efendi'yi çağırıyım megafondan. Yardım etsin sana."

Serra ve Çağatay birbirlerine bakıyordu. Gözlerini hızlıca kaçırdı Serra. Mesut Efendi yukarı çıktı. Saklama kaplarıyla geri indiler.

- “Mesut Efendigile de akşam hazırlar karısına veririm artık. Gördü ayıp olmasın,” dedi Nebahat. “Baran bu Serra kızım. Şaibe’yi bulmuş ya. Çok acıyorum bu çocuğa. Burada edebiyat okumaya gelmiş. Abisigil burada diye. Sanki sahip çıkıyorlar! Hem çalışıyor kargocuda hem okuyor maşallah. Bizim kapıcı dairesinin yanında iki göz oda var orayı kiralamış bir arkadaşı ile… Bugün niye öyle oldu ki çocuk? Eli tir tir titriyordu. Yazık günah…. İşte biz apartman olarak da öyle sahip çıkıyoruz çocuğa. Şaibe de pek severdi. Kaç kez koli koli kitap vermiş. Bu da okumayı seviyor diye.”

Masaya tekrar oturdular. Ciğer tenceresi gitmiş, sofraya Serra için temiz bir tabak koyulmuştu. Hâlâ sıcak olan peynirli böreği tabağına aldı Serra. Telefonuna baktı. Ters çevirip masaya koydu hızlıca. Önce cevizli çöreğe baktı sonra telefonunu tekrar aldı. Ekran kilidini açtı. Geri kapattı. Telefonu tekrar masaya koymak üzereyken ayaklandı.

- “Çok özür dilerim. Böyle ikidir kalkıyorum ama arkadaş aramış önemli olmalı hemen geliyorum.” Nebahat ve Ahmet’in onay cümlelerini salonda bırakıp mutfağa gitti.

- “Alo İrfan memurum. Şaibe Molla’yı bulan kargocu çocuk. İsmi Baran. İfadeye siz götürmüştünüz. Bir gariplik var mıydı çocukta? Neyse…. Yarın mevcutlu istiyorum. En geç sabah 10’da odamda olsun.”

Salona tekrar döndü Serra. Gözünün kaldığı cevizli çöreği de koydu tabağına. Afiyetle yemeye başladı…

Zehra İlgün ÇAMLI




12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page