
Çalan telefonla uyandı. Yine anahtarını unutmuş salak, diyerek telefona uzandı. Bu sefer ekranda, kayıtlı olmayan bir numara vardı. Alo, başın sağ olsun evladım, babanı kaybettik. Yarın mahalle camisinde öğle ezanını müteakip cenaze namazını kılacağız, dedi ve kapattı ses…
Kapıda öylece durdu. Eli ahşap kapının üzerindeki bakır tokmağa titreyerek gitti. Bir iki kez tokmağı vurdu ama nafile ona kapıyı açan olmayacaktı. O kapı, yıllar önce yüzüne kapanmıştı bir daha açılmamak üzere. Evde kimse yoktu. Cenaze kalkalı iki gün olmuştu. Babasına son görevini yapamamış, cenazeye yetişememişti. Kapının sol tarafında üçüncü tahta kırıktı. Annesi bir yere gittiği zaman kapıda kalmasın diye anahtarı oraya koyardı. Acaba hala orada bir anahtar var mıydı? Anacığı yine gelir belki tek evladı diye ümit eder miydi? Önce sağına soluna bakarak sokağı yokladı gelen giden var mı diye. Görünürde kimse olmayınca kırık tahtayı yokladı, nafile. Belli ki onun gidişinden sonra tamir edilmişti orası. Hem bir daha dönmemek üzere çıkmamış mıydı o kapıdan?
Eli cebine gitti gayri ihtiyari. Bir tomar anahtar çıkardı, içlerinden en eski olanı aradı. Sanki yüzlerce anahtar varmış gibi bir türlü bulamadı. Telaş içinde bir yandan anahtarı arıyor bir yandan da etrafı gözüyle kolaçan ediyordu; bir gelen var mı diye. Sonunda buldu aradığı anahtarı. Evden kaçtığı gece annesinin çekmecesinden almıştı, niye aldığını düşünmeden. Evin anahtarıydı, kilidin değişmiş olabileceğini düşünmeden anahtarı soktu. Biraz zorlayıp, takıp çıkardıktan sonra kapı açıldı. Hafifçe itti ahşap kapıyı, kulaklarını daha doğrusu içini gıcıklayan bir ses ile ağır ağır açıldı. Kapının açılması ile annesinin, eşiğe basma, diyen sesi çınladı.
Evde her şey yerli yerindeydi, tıpkı eskisi gibi. Avluda annesinin çamaşır astığı ip yine aynı yerinde duruyordu; tek bir farkla, ilk defa çamaşır yoktu ipte. Oysa çocukluğunda hiç boş olmazdı o ip. Bazen annesi çamaşırları ona astırır; bazen de asarken sadece mandal vermesini isterdi ondan.
Avlunun hemen sağındaki odanın kapısı açıktı, kafasını uzattı yine eşiğe basmadan. Babasının kara küçük radyosu duruyordu; sobanın sol tarafında. Artık yıpranmış olsa da pencerede annesi ile birlikte ördüğü, evine asarsın dediği perde takılıydı. Koltuklar her zamanki gibi örtülüydü, misafirden misafire kalkardı o örtüler. Etrafta bol miktarda seccade, namaz örtüsü ve tespih vardı naftalin kokulu. Belli ki cenaze için gelenler kullanmıştı; Televizyonun üzerindeki Yasin cüzlerini.
Odanın içindeki kapı mutfağa açılıyordu. Bir zaman annesi şurayı duvar yapsan da yemek kokusu içeri gelmese, diye çok söylemişti babasına. Belli ki, babası dinlememişti annesini. Mutfak da eski mutfaktı; aynı terek, aynı ocak, aynı halı; farklı olan hiçbir şey yoktu, geçen zaman dışında. Annesinin bakır bulaşık leğeni yine lavabonun içinde, bulaşık önlüğü ise hemen tereğin yanında takılıydı.
Buram buram tarhana koktu bir an, ne de güzel olurdu annesinin tarhanası. Kışın sabah okula giderken bile içirirdi, iç de için ısınsın, hasta olma sonra diye. Geldin mi kızım, duymadım kapıyı açtığını, der gibi geldi annesi. Kafasını kapıya çevirdi, boşluktu. Mutfaktan çıktı. Odasına yöneldi. Her bir basamakta annesini duyuyordu, bak yine kaytardı işten. Toz alacaktı, misafir gelecek. Kız kısmı bisiklete biner mi hiç? Çocuğun olmaz sonra. Arabalarla ne işin var senin, tamirci mi olucan başıma!
Son basamağa gelmişti. İşte şimdi odasının kapısında duruyordu. Bir tek kendi odasının kapısı kapalıydı; diğer bütün odaların kapısı ya aralık ya da ardına kadar açıktı. Odasında her şey bıraktığı gibiydi. Kapının karşısında pembe kelebekli örtüsüyle yatağı, yatağın üzerinde annesinin aldığı bebekleri, yatağının başında ise annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen astığı Rüzgâr Erkoçlar posteri. Sanki sabah okula gitmek için evden çıkmış ve okul bitince eve dönmüş gibiydi. Azize bak seni son kez uyarıyorum kızım, oduncuların oğluyla oynama. Ne işin var senin erkeklerle, bak Hüsniye’nin kızına, nasıl da hanım hanımcık… Yatağının altına eğildi, orada duruyorlardı, Ahmet’in hediye ettiği tek tekerleği çıkmış arabası, rayı kırılmış treni… Annesinin ayak seslerini duyunca alelacele yatağının altına attığı gibi. Annesi çok kızıyordu onlarla oynamasına, sen erkek misin kızım ne işin var erkek oyuncaklarıyla, diye azarlıyordu, sonra da eline ya bir toz bezi vererek temizlik yaptırıyordu ya da el işi.
Oldum olası beceremiyordu, sevmiyordu da el işini. Dolabının kapağını açtı, rengarenk elbiseler, boy boy etekler, fırfırlı gömlekler ve çamaşırlarının altına saklanmış tuttuğu takımın forması, şortları. Geceleri yatarken ya da annesi komşuya gittiğinde gizlice giydiği pantolonlar. Bir kutuya özenle yerleştirilmiş cicili bicili tokalar. Hiç istemezdi bunları takmayı, ama annesi ısrarla takardı. Hatta bir keresinde öyle kızmıştı ki annesinin ısrarla taktığı bu tokalara, eline makası alıp kesmişti saçlarını.
Özlemişti evini, artık hayatta olmayan ailesini, odasını; şimdi daha iyi anlıyordu. Evden ayrılması pek hoş olmamıştı. Annesi dövünerek ağlamış, ayaklarına kapanıp, yapma yavrum, uyma şeytana diye yalvarmıştı. Babası olmaz olsun senin gibi evlat, git bir daha dönme diye bağırmıştı. Zavallı annesi Azize’nin gidişinden sonra kahrından çok yaşamamıştı.
Sandık bile yerinde duruyordu odasında. Her şeyin sorumlusu o lanet sandık. Anneannesinin doğmadan önce bebek eşyalarını getirdiği sandık. Kendini bildi bileli, kız beşikte çeyiz sandıkta, sözü ile içini doldurmaya çalıştığı sandık. Cevizden el oyması, acı kahve, parlak cilalı, özenle yapılan sandık. Saliha yengende güzel bir fiskos modeli var, al da gel, örnek çıkaralım. Tütüncülerin Ayşe’ye git masa örneği verecek. Dirilerin Nermiye’ye var, ara dantel örneği verecek, kız çeyizi çarşafsız olmaz. Damat bohçası, tepsi örtüsü, fiskos… Yeter! Susun artık diye hem kulaklarını tıkıyor hem de ağlıyordu.
Her şeyin sebebi bu sandıktı, hiç olmamalıydı. Bu sandık çok anlamsızdı. Kendini bildi bileli bu sandık her oyununa her arkadaşına engeldi. Hep onu doldurma telaşı olmuştu annesinde. Oysa Azize hiç istememişti bu sandığı ne evinde ne benliğinde. Çeyiz istemiyorum ben, gelin olmayacağım. Dantele de gerek yok, çeyize de…
Bir müddet sandığın başında dikildi, elleri titriyordu üzerindeki örtüye uzanırken. Ellerindeki titreme yavaş yavaş tüm bedenini sardı. Gözyaşları artık yüzünü yıkıyordu. Geçirdiği tereddütten sonra usulca önce örtüyü çekti, sonra yavaşça anahtarı çevirdi. Şimdi iki dizinin üzerine çökerek sandığın kapağını kaldırdı. İstemsizce ellerini sandığın içinde gezdiriyordu. En üstte salon takımı vardı. Kendi elleriyle ördüğü kanser modeli. Annesi dantelin adını söyleyince, hıh çok isabetli bir isim, senin derdin çeyiz felan değil; beni kanser etmek, demişti de annesi mutfaktan terliği kafasına atmıştı. Nasıl bir terlikse hedefini hiç şaşırmazdı.
Havlular, bohçalar, bir kısmını kendi ördüğü, bir kısmını annesinin para karşılığı ördürdüğü danteller. Sonra eline Türkan Şoray kirpiği dedikleri modelden yaptıkları yastıklar geldi. Kadında da ne kirpik varmış diye diye ördüğü yastık dantelleri. Damat bohçaları da örmüştü bir sürü; ama onları bulamadı. Sonra dedi kesin annem Sidikli Emine’ye vermiştir. Örerken diyordu zaten kim önce gelin olursa o kullanır bohçaları, diye.
Elleri sandığı karıştırdıkça eline lifler, patikler, seccadeler, iğne oyalı yemeniler geliyordu. Hele o yemeniler, ben baş örtmüyorum ki, örtmeyeceğim de ne gerek var bunlara, dedikçe; annesi öyle deme, mevlit olur, cenaze olur, lazım olur, diyerek yaptırmıştı. Evet bir cenaze vardı ve mevlüt de olacaktı ama yine lazım olmayacaktı. Çünkü bu evden Azize olarak kovulan kız, Aziz olarak geri dönmüştü. Cenazeye yetişememiş ama mevlütte camide en ön safta takkesi ile oturacaktı.
Serap ATEŞ
Comments