top of page

Mesafe




 

     Buranın işletmecileri kapıya “Çay Ücretli, Huzur Bedava” yazsalar çok yerinde olurdu. Top kadifeler, petunyalar, sardunyaların çim alanın ortasında buket buket güzellik ve tebessüm sunmaları kız çocuklarını anımsatıyor. Elele tutuşup çember olmuş; neşeleriyle dünyayı aydınlatan kız çocuklarını.

En az yirmi yıllık olduğunu sandığım çam ağaçlarının gölgesindeki karadutların palmiyemsi bir görüntüsü var. İlk kez görüyorum. Oysa yanında kaç kere fotoğraf çekmiştim. Fark ediyorum; ağaçlardan birinin gövdesi yok. Pürdikkat bakıyorum. Aslında var. Öbür ağacın yanında görünmez bir gövdenin üzerinde havada askıda duruyor zannedip şaşırıyorum. 

Top kadifelerin, dut ağaçlarının yanından geçip cam duvarlı kafede masa seçmeye çalışıyorum. Top kadifelerin kokusu burnuma gelmiyor ama güller çok yakınımda. En çok sarı güller kokusunu belli edermiş. Sarı güllere yakın oturmak istiyorum. Biraz ileri, iki masa geri. Hah; burası güzel. Vakit ilerliyor. Bilmem kaçıncı çayımı alıyorum.

      İki masa ilerideki kadına bakıyorum. Tahmin yürütüyorum. En sevdiği renk mavi olmalı. Elbisesi, şalı ve çantası mavi. İnsanım ya illa yorum yapacağım. Sorsam en sevdiği renk belki de sarıdır, canı bugün mavi giymek istemiştir. Boş günü herhalde.

Dinlenmeyi zamanı boşa harcamak olarak mı görüyorum? Belki bu kadın bakış açımı değiştirir. Kadının şu anki görüntüsünü dondurup heykelini yapsaydım adını 'Zaman Bedava' koyardım. Öğle saatlerinde geldi. Gerçi ben de o zaman geldim. Çorba içti. Sağ kolunda sargı var. Arada bir yüzünü buruşturuyor. Etrafa önemli bir şey aradığını düşündürerek bakıyor. Bazen hayran hayran çiçeklere, bazen derin derin mezarlıklara doğru. 

“Hiç mi koşturacak işi yok, dünyasını oturduğu masa yapmayı nasıl başarıyor?” sorularımla baktıkça imreniyorum. O kadar burada ki, burada olmaktan duyduğu memnuniyet o kadar belli oluyor ki benim de başka işim olmamalı; onu izlemeye koyuluyorum.

Mezarlıklara bakarken ne düşünüyor? İnsanların buluşup sohbet ettiği, birlikte yiyip içtiği, güldüğü bu kafe mezarlıkların ortasında hiç sırıtmıyor. Burada olan her şey hep buraya ait olmanın tatlı ülfeti içinde. Kediler, güvercinler, ağaçların dibine koyulan buğdaylar, su kapları, serçeler, sakalar, mezarlıklar… 

Mezarlıkların sahipleri on dördüncü, on beşinci yüzyılda yaşamış insanlar. Masalarda oturan insanların varlığı ne kadar olağansa onların başındaki taşlarla aramızda oturuşu da o kadar olağan. Burası hayatla ölümün doğal birlikteliğinin, ölümün hayatın bir parçası oluşunun tablosu. Ben de mezarlıkların hayatın tam da ortasında olması gerektiğini düşünenlerdenim. Nasılsa tefekkür bedava.

Mezarlıkların yanındaki yokuştan aşağı koşan üç yaşlarındaki oğlan çocuğunun sevinci, lunaparkta eğlenen çocuklarınkini aratmıyor. Neşe bedava. 

Mavili kadın acaba ne düşünüyor derken sizi kendi düşüncelerime boğdum. Mavili kadın kahvesini içerken o kadar yavaştı ki izlerken hipnotize olduğumu hissettim. Onunla birlikte ben de seslere dikkat kesildim. “Cik cik”te serçeler, “guk guk”ta kumrular, ekibe şeflik yapan güvercinler. Konser bedava. Onları izlerken sanırsınız Beethofen Dokuzuncu Senfoni’yi dinliyor. Kalenin Bedenleri mi çalıyor yoksa kafede? Yok canım. Dokuzuncu Senfoni’ye bizden başka kim şinanay deyip oynabilirdi ki? Canım ülkem. Dans bedava. 

İzlediği çiçeklerle kahvesinin tadı bütünleşmiş olmalı. Bir süre sadece mezarlığı izledikten sonra kaykılınca kalkıyor mu acaba diye düşünmüştüm ki yemek almak için kalktığını fark ettim. Sağ kolunu tutarken yine yüzünü buruştursa da yüzünde bulunduğu andan hissettiği memnuniyet çok daha ağır bastı. Şükür bedava. 

Sol eliyle yiyor, içiyor ama belli ki alışkın değil; zorlanıyor. Patates kızartması yerken hâlini görseniz sanırsınız Gaziantep’te baklava yiyor ya da İtalya’da pizza. Lezzet bedava. 

Yan masasında yemeğini döke saça yiyen kızla ona yardımcı olan babasına takılıyor bir ara gözü. Gülümsetiyorlar. Şefkat, anlayış bedava. 

   Epeyce etrafı izledikten sonra telefonunu çıkarıyor. Kendimle bahse giriyorum; sosyal medyada gezmiyor, arama motorunda bir şey aramıyor veya biriyle mesajlaşmıyor.

Yüzüne tebessümle halleşerek yerleşen ciddiyetle telefonunda bir şeyler yazıp duruyor. Sosyal medyada geziniyor olsaydı parmakları devamlı aşağı kayardı, arama motoruna baksaydı bir şeyler seçme hareketi yapardı, arkadaşı ile mesajlaşıyor olsaydı sürekli yazmaz; diğerinin cevabı geldiği sırada dururdu ama o sürekli yazıyor. Sadece arada bir dışarıyı izlerken duruyor. 

Yan masasında oturan otuzlu yaşlarındaki dört erkek öğretmenin ne zaman gideceğini mi düşünüyor? Belki öğle arasında bir şeyler atıştırıp, çay içmeye gelmişlerdir. Öğretmenlerden biri çıkabildiği en yüksek desibel sayesinde çalıştıkları kurumda hangi öğrenci kaç puan almış, kadın öğretmenlere hangi ayrıcalıklar tanınmış, kaçıncı sınıfları bu sene okutmak istememiş ve benzeri soruların cevaplarından bizi mahrum bırakmadı.

Hareketli ama bir o kadar da akışın kendisi olan bu mekanda kadının dikkatini dağıtan tek şey bu öğretmen olabilir. Birkaç kez kadının öğretmene baktığını gördüm birkaç kez de ofladığını. Ama adamın anladığını hiç sanmıyorum. Tam gaz hayat felsefesini aktarmaya devam etti. Gürültüden uzak bir masaya geçmek için kalktı. Oh be; sessizlik bedava. 

Oturduğu masa ve sandalyeden çok memnun görüntüsüyle epeyce yazdıktan sonra telefonu çaldı. Telefon çalarken yüzünü bir gülümseme kapladı. Sevdiği biri aramış olmalı. Yarım saate yakın konuştular. Sohbet bedava. 

Ne konuştuklarını tam duymadım zaten de beni ilgilendirmez. Telefonu kapatırken çay almaya kalkmıştık, “Yine görüşürüz ben buranın biraz daha tadını çıkarayım," derken duydum. Çayını yudumlarken biraz daha yazdı. Saatine bakıp başını öne doğru salladı ve kısa sürede eşyalarını toparlayarak kalktı. O kalkarken ben de kalktım. Kapıda birleştik. Mavi şalımın öne düşen ucunu arkaya attım. Kırılan kolum için beklediğim tomografi randevuma gitmek üzere hastaneye yöneldim.

    Telefonda hikâye yazıyordum. Mezarlıklara bakarken onlardan duyduklarımla şöyle tamamladım: “İnsan kendine zaman zaman iki masalık mesafeden bakmazsa nasıl durmayı başarabilir, nasıl görür ki aydınlığını, karanlığını? Ölümü hayatın içine almak veya diğer deyişle ölmeden ölmek nasıl mümkün olur başka türlü? Kendi cenazesini şehrin dışına gömmeyenlerin tercihi bu. Yaşamak bedava.”

Esra DUYAR

38 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Bahar

Hülüpürt

bottom of page