top of page

Armudun Hikâyesi

ree

‘’Armutlar da çok taze, sulu sulu’’

‘’Teşekkür ederim, ben yeşil elma alacağım, armut pek sevmem.’’

Nerden çıktı bu armut sevdalısı adam? Babam da çok severdi armutları. Eski evin bahçesinde karşılıklı iki armut ağacı vardı. Yaz boyu bir armut şenliğidir giderdi. Ben kilolarca armuttan taş çatlasın üç dört tane yediğimi bilirim. Babam, elinin altındaki nimetten neredeyse günün her öğünü faydalanır; cebinden çıkardığı çakı bıçağıyla soyduğu armutları önce anneme sonra bize yedirmek için dil dökerdi. Yaz sonuna doğru armut tam verime geçer, ince dallarının taşıyamayacağı  ağırlıkta meyve verir, bu da ihtiyaç listelerinin ortaya döküldüğü günlerde bize ufak bir çıkış kapısı olurdu. En azından üç beş defter ,iki kutu on ikili kuru boyanın parası çıkmış olurdu. O zamanlar ablamla her şeyi paylaşırdık, on ikili kuru boyalar hariç. İkimiz de  önce maviyi bitirirdik. Sonra yeşil, sonra sarı... Siyah ve beyaz iki defa bile açılmadan senenin sonu gelirdi. Annemin en güzel hediyesiydi ikimiz için ayrı ayrı alınmış olan on ikili kuru boyalar. Tabi o zamanlar daha delirmemişti. İkimizin de aklının başında olduğu en son ânımız hangisiydi? Ablamın evi terk ettiği gün mü? Üç yıldır haber alamadığımız babama sefer tası hazırladığına göre yok, o sıralar annem delilikte birkaç seviye atlamış olmalıydı. Hatırladığım en son aklı başında anımız…

‘’Patlıcan da bu sabah geldi. Kızartması çok lezzetli olur. Tazeyken iki gün üst üste bekledin mi, tat tuz kalmaz acı kabağa döner hepsi. Dalından yeni kopmuşken yenmeli.’’

    

Duymazdan gelmek mi, yoksa dönüp terslemek mi, beni bu gereksiz zerzevat bilgilerinden kurtarır? Galiba ikincisini uygulayacağım derken gözüm adamın kara kuru parmaklarına takıldı. Tırnak diplerine yerleşmiş siyahlık kir değil başka bir şeydi sanki. Elinde tuttuğu incecik sebze poşetini günlerce güneşte bekleyen ağaç dallarının çıkardığı kuru gürültüye benzer bir sesle açıp bana uzattı. Cevap vermeden aldım poşeti, rastgele birkaç patlıcan attım. Bir yandan da birkaç dakika öncesinden çok daha merakla kaçamak bakışlarla karşımdaki adamı incelemeye koyuldum. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim olmadan elimde tuttuğum patlıcanların faili, ne genç ne orta yaşlı tanımına uygundu. Neredeyse benimle aynı boyda, şakakları hafif ağarmış, içeri giren her müşteriyi o fark etmese de ufak gülüşlerle karşılayan bu adamı burada daha önce  gördüm mü? Manav reyonu, marketin girişindeydi. Belli aralıklarla açılıp kapanan kapıdan gelen serin esintiyle ürperdim. Zihnimi toparlayıp bu gereksiz uzayan sebze alışverişini bitirmeliyim. Evde domates de kalmamıştı, salkımlar güzel duruyor.

’’Nerelisiniz? Dışardan gelmişsiniz belli buralılara benzemiyorsunuz. Öğretmen misiniz?’’

‘’Bursalıyım, evet öğretmenim’’

‘’Ya ne güzel! Bursalı bir asker arkadaşım vardı, birkaç yıl önce ziyarete gitmiştim. Çok güzel memleket, yemyeşil.’’

‘’Öyle güzeldir.’’

‘’Ben de yeni döndüm sayılır, iki ay olmadı daha. Buralıyım aslen ama İstanbul’da yaşıyordum. Eşim rahatsızlanınca dönmek zorunda kaldık. Burası bir tuhaf. Herkes bir değişik bakıyor insana.’’

Yüzüme baktı, kahverengi göz bebekleri bir anda küçülür gibi oldu. Omzunu çekip tartının başına geçti. Babam annemin hastalığını öğrendiğinde ne hissetmişti acaba? Neden hiç anlamadık biz bu kadının hastalığını? Kendimi bildim bileli kenarda köşede uzaklara dalıp gittiğini ya da sessizce biriyle hesaplaşır gibi konuştuğunu görürdüm. Ama işin sonunda delireceği hiç aklıma gelmemişti. Delirmek dediysem de öyle aklınıza beyaz gömlekler falan gelmesin. Altı üstü beni ve ablamı anneannem, babamı da dedem sanırdı. Ha bir de masa örtüsündeki dalları yılan, kapı kollarındaki iri işlemeleri de hırsız sanıp bir iki yumruklardı.


‘’Geçmiş olsun,  İnşallah çabucak iyileşir eşiniz. ‘’

‘’Sağ olun, inşallah’’ önüne baktı. Elimdekileri alıp tartının başına geçtim. Dışarıdan gelen siren sesi, annemin yoğun bakıma girmeden önce son sözleri: Papatyalarımı kurutmayın, babana söyle her hafta sulasın, dönünce unutma söyle. Gitti ya anne, babam! Hiçbirimize tek kelime etmeden. Bir akşam, senin onu hep aynı heyecanla beklediğin ceviz sedirin önünden usulca geçip gitti ya! Hatta sen dedin, o sabah ince ince yağan dolular hem battaniyeni hem saçlarını sırılsıklam etmişken, gözlerinden iki damla yaş süzülürken: Baban gitti, gelmez herhalde artık. Nerede acaba şimdi? Bizi hiç düşündü mü? Ablamı mı arasam? Uzun zamandır konuşmadık. Belki bu defa içimdeki korkuyu yenip gel derim ona. Gel bak bir evim var artık. Önünde armut ağaçları yok. Dertleri büyüyünce birbirine sırtını dönen insanlar yok. Sen çağırdığında ben gelememiştim ama sen gel dersem gelir mi? Ben o telefonu açamam, açsam da zaten bu cümleleri söyleyemem. O gün sen kaçtın, kalan ömrümüz boyunca da kaçma hakkını bana tanıdın. Kalırsam ben de bu evde delireceğim. Sen akıllısın her karnede takdir getiriyorsun. Teyzemler, komşular sana yardım eder. Hem okursun hem annemi idare edersin. Benim başımın çaresine bakmam lazım, demiştin. Sen başının çaresine baktın, ben okudum, anlaşma tamamlandı.

‘’Buyrun’’ tartı işi bitmiş. Hiç aklımda yokken elimde olan patlıcanlar ve diğer sebzeler, zihnimdekileri kovma çabalarım…

‘’Kolay gelsin, iyi akşamlar size. ’’

İşini yapmış olmanın gereğinden midir, yoksa fark edilmiş olmanın mutluluğundan mı? Emin olamadığım dikleşen gövde, ayrık ön dişleri, fark edebileceğim kadar gülümseyen dudaklar; ’’İyi akşamlar’’

Gidip bir şeyler okumalı…


 
 
 

Yorumlar


bottom of page