Evlenme teklifi aldım anne Çağatay’dan. Evet dedim. Başka ne diyebilirdim ki! Yakışıklı Çağatay. Efendi üstelik. Bana hep mahcupça bakar. Çalışkan mı bilmiyorum. Olmasa kaç yazar? Zira onun bir birim çalışması hayat boyu takribi benim dört birimlik çalışmama denk gelir. Doğuştan şanslı. Ya da doğuştan şanssız. Tam bir karat yüzüğüm var. Takıp takıp çıkartıyorum. Ya kaybedersem? Kuyuşehir beni yutar mı anne? Doktor Gamze gibi isyankar olur muyum ben de? Ya da ben 50 metrekare mutfağımda sağlıklı atıştırmalık hazırlarken çocuklarım şişme unicornlarıyla havuzda keyif yapar mı? Düşünüyorum anne? Bugün de ölmedim anne.
Toz bezini çerçeveye beşinci kez sürdü Serra. Anne baba ve kardeşiyle olan mezuniyet töreni fotoğrafına bir kez daha bakıp çerçeveyi televizyonun yanına bıraktı. Babası ne gururlu duruyordu! Annesinin mutluluğunun arkasında ise yorgun bakışlar vardı. Her zamanki yorgun bakışlar. Polis eşinin arkasından yıllarca oradan oraya koşturmuş, tüm huysuzluklarını çekmiş, pazardan marketten arttırmış, konserve yapmayı asla aksatmamış bir Türk kadını…
Elinde toz beziyle kanepenin üstüne attı kendini. Dün yazdığı tutuklama talebini düşünüyordu. Sanki resmi bir yazıdan ziyade mahalle dedikodusunun hukuki terimlerle bezenmiş bir hâli gibiydi. Ahh diyordu hâkim bey bu çocuk var ya bu çocuk biliyor olayı. O öldürdü demiyorum aslında ama tedbiren... Ama şuna eminim bak bu kadını müptela eden o. Sıyıramayacak bu işten öyle. Cinayetten olmasa bile uyuşturucu temininden. Şaibe de açık açık yazmış işte günlüğünün sonlarına doğru…
Hızla doğruldu kanepeden. Mutfak masasının üstündeki günlük fotokopilerini eline aldı. Üstünü sarı fosforlu kalemle çizdiği kısmı yine okudu…
“Ben ne yaptım!” diyordu Şaibe. “Ben ne yaptım günlük inanmıyorum. Yanlış anlama günlük. Adnan’a göre namus neyse o manada halen namuslu ve temiz bir kadınım. Rahmetli anama göre de boğazımdan fışkı geçmedi. Ama günlük… Hakikaten unutturdu biliyor musun? Bir ara hayalimde onu bile gördüm. Geldi. Okulun arka çıkışında buluştuk. Aşağısulak’ın ıssız bir yolunda yürüdük. Şiir okudu bana. Çok güzeldi. Ayrı bir dünyadaydım. Benim dünyamda. O da öyleydi. Bir daha tövbe ama günlük. Ne olur ne biter diye değil ha! Günahtır diye. Şarap günahsa eğer bu daha beterdir. Ahh yoksa istemez miyim bir gün dağılmış bir vaziyette o Adnan’ın boğazına yapışmayı. Hoş ne biliyorum ki onun bu haltları yemediğini gittiği pis karılarda. Yanlış anlama günlük. Baran temiz çocuk. Beni kandırmıyor benimle dertleşiyor. Para falan da almadı. Zaten bir daha getirmem dedi. Bir daha olmaz günlük. Ben öldüm diye kıyamet kopacağından değil ha! Adnan’ın karısı müptela olmuş diyeceklerinden de değil. Desinler daha iyi! Millet günah diyor diye de değil. Gerçekten günah diye. Baran yine gelecek ama yine. Bu sefer sadece sohbet edeceğiz. Bana babasından yediği dayakları anlattı bugün. Bir dahakine anasının dayaklarını anlatacak. Bir de öğretmenlerinden çok dayak yemiş zavallı…”
Fotokopiyi tekrar masanın üstüne bıraktı Serra. Filtre kahve makinasına gitti. Dolaptan süt çıkardı. Mutfak dolabından cezve ve kahveyi aldı. Duraksadı. Ofladı. Kim uğraşacaktı. Kettle’ çalıştırdı. Süt tozlu granül kahveyi kupaya boşaltıp üstüne kaynar suyu koydu.
Kupasıyla tekrar oturdu mutfak masasına. Sayfayı çevirdi. Sarı fosforlu ile çizilmiş diğer bir sayfayı okumaya başladı.
“Bugün de geldi. Yine uzun uzun konuştuk günlük. Sınıfın sümüklü çocuğuymuş. Zengin semtmiş orda bir yerde. Halasının yanına köyden göndermişler okul için. Çok korkarmış matematik öğretmeninden. Ne yapsın çocuk köyde bölmeyi öğretmeden bitirtmişler ilk beşi. Çalış gel demiş öğretmen ama bütün akşam kitap okumuş bizimki. Sonra da yemiş dayağı sınıfın ortasında. Burun deliğinin birinden kan diğerinden sümük akmış. Oturmuş hiç ağlamamış. Akşam uyurken ağlarmış. Bir de aklından şiir yazarmış. Sonra kağıda dökmüş. Ama sesli okuyamam dedi. Şive yakışıyor çocuğum dedim. Ondan değil dedi. Kesiliyor ya. Sesim içime kaçıyor. Konuşurken suçluymuşum gibi. Güzel cümle kuramam ben Şaibe. Şaibe Hanım. Şaibe Hanım Teyze. Ama güzel cümle yazarım. Nereden bu suçluluk Baran? Bilmiyor o da. Bilmiyor bu mahcubiyet nereden. Biz, bizler, ben ve Baran gibiler neden bu vampir dişli çığırtkanların yanında boynu bükük kalırız? Ben neden utandım onu sevmekten? O neden utandı Kuyuçukurlu olmaktan? Sadece sevmekten mi utandım ben? Al yanaklarımdan, güzel bacaklarımdan, göğüslerimden bile utandım. Kambur gezdim kaç yaşıma kadar. Sonra utanma dediler bir anda. Hadi kocanı mutlu etme sırası şimdi! Gitmesin kötü kadınlara… Ben son çocuğum dedi Baran: sekiz numara. Ondan mıdır mahcubiyetim? Şu dünyada bir yük daha annemin babamın omzuna. Ya da hep büyüklerimin eskilerini giymekten ha ne dersin? Ya da hiçbiri değil. Yazdığım şiirleri kimse dinlemedi ya onda mı dersin?”
Ahh günlük. Hadi bir şiir yaz şimdi diyecektim Baran’a ki zil çaldı. Cansu gelmiş Duru’yu bırakmaya. Anne kaç kez aradım neredesin diyor. Baranla şiir yazacaktık desem anlayacak sanki. Bir de öksürüğü tutmaz mı saklandığı yerde çocuğun. Kıyamam bayılacaktı bu çıkana kadar. Çıktı gitti neyse. Sen de git çabuk dedim. Duru anlatır şimdi abi vardı diye… Ne deriz sonra? Baran gitti. Gel dedim Duru’ya babaannem şiir yazalım. Anan anlamaz şiirden. Ama instagrama da koyar ha. Kedine paye biçecek ya haspam! Yanlış anlama kuzum ananı Kuyuçukurlu diye sevmemezlik etmiyorum nemrut deden gibi. İnsanın içine bakmayı bilmiyor anan. Büyüyünce babaannene çekersen anlarsın Durum”
Yeni bir sayfa daha çevirdi Serra. Sarı fosforlunun gücü iyice azalmıştı. Solmuş sarıyı görünce kalemin sayfayı çizerken çıkardığı gıcırtıyı hatırladı. Yüzünü ekşitti.
“Ahh günlük. Ben yine… Yine yaptım. Baranın suçu yok. Ben istedim. Benimki yine gitmişti şuncacık bavulla Ankara’ya. Hadi dedim yolun açık olsun. Aşağısulak’ın yolu kötüdür ya. Bir de kitabımın üstüne çoraplarını atmamış mı? Ağzını da naneli şu ilaçla çalkalamış. Nasıl kokuyor banyo. Diş fırçalamayı ben öğrettim şuna desem kimse inanmaz de mi? Geldi Baran. Bunu sana yapamam dedi. Ahh çocuk dedim. Başın belaya girecek benim yüzümden. Ağladık beraber. Baran bayramda gitmemiş kimse de sormamış neredesin diye. Tekrar ağladık. Altına işeyip durunca halası köyü arayıp alın bunu demiş. Bir de dayak yemiş. Buna bayağı ağladık. Babaannesinin annesi köyünden hiç çıkmadan vefat etmiş. Buna da ağladık. Sonra günlük… Yine geçtik kendimizden güzel hayallere daldık. Onunla derin sulara gittim yüzdüm. Ayağımın değmediği yere gidemem ki ben halbuki. Denizin dibi gözüküyordu günlük. Gökyüzünde şiirler yazıyordu. Sıcacıktı deniz”
Kahvesinin son damlasını yudumladı Serra. Odasına geçti. Yüksek bel bol paçalı kotunun üstüne beyaz bir tişört giydi. Kuyuşeker’den rengarenk tartoletler aldı. İremlerin evinin yolunu tuttu. Kapıyı üçüncü zilden sonra açabildi İrem. Serra’ya tam bakmadan vestiyerden bulduğu terlikleri attı yere. “Kuzum sen geç bakalım. Selim mutfakta yalnız da mutfağa koşuyorum ben”.
-“Ben gelmeden başlamayın demiştim ya. Dur elimi yıkayıp geliyorum” diye seslendi Serra. “Duydunuz mu Ahmet hâkim tutuklama talebini kabul etti dün Şaibe olayında. Bir şey deyim mi şu olay ulusal basında bir duyulsa sabah dedektifi programlarına güzel konu olur”.
İrem ve Selim’den ses gelmeyince mutfağa doğru yürüdü Serra. Kapıyı açtı. “İyice kapat Serra” dedi İrem. “Kızartma kokusu içeri geçmesin”. “Peki” dedi Serra. Mutfak tezgahına dönmüş ve yüzüne bakmayan arkadaşlarıyla konuşmaya devam etti. “Çağatay’ı da çağırdım işte ama bu gece amcası gelecekmiş yemeğe”…. Selim hızlıca başını çevirmiş Serra’ya bakıyordu. Sonra aynı hızda yüzünü tezgaha çevirdi. “Hayırdır gençler. Evinize davet ettiniz sanıyordum pişman mı oldunuz yüzüme bakan yok!”
“Estağfurullah canım” dedi İrem. “Acemilik işte sabah temizliği falan derken yetiştiremedik. Selim’de uykusuz biraz. Dün geç saate kadar adliyedeydi. Gece ikiye kadar… Bir ihbar olmuş da” dedi sesini kısarak. Selim kendisine bakınca yutkundu.
“Ne oldu?” dedi Serra. “Bayağı büyük bir şey olmalı o saate kadar tuttuğuna göre. Hayırdır?”
İrem kesme tahtasına aldığı patatesi doğrarken “fuhuş” dedi. Sonra Selim’in kızgın gözleriyle kesişince sağ elindeki bıçak patatesi tuttuğu sol elinin işaret parmağını kaydı. “Eyvah” dedi.
İrem’in kesilmekten öteye gitmiş başparmağındaki kanı mutfak masasının üstünde durdurmaya çalışıyorlardı. Kolonya, kan kokusu, kırmızı ve beyaz pamuklar ile sokak satıcılarından başka hiçbir yerde bulunmayan o yara bantları masayı doldurmuştu…. “Niye heyecanlandın İrem?” dedi Serra. Cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. “Evde içmiyoruz” dedi İrem. “Uff İrem. Kapıyı açma yağ kokar sigara yakma siner! Evlendin iki günde moda girdin maşallah! İçeceğim işte. Bir şey olmaz!” Sol bacağını üstüne attığı sağ bacağını hızlıca sallıyordu Serra. “Bir karın ağrın var İrem söyle. Selim sen de kıza bakma öyle çenesini tutamadı işte!” İrem yutkundu tek bir cümlede ya da arda arda bitişik cümlelerde söylerse daha kolay olacaktı.
-“Bir kadın gelmiş Serra. Elinde videolar kasetler. Kimler kimler var. Şehrin esnafları iş adamları, avukatları falan işte öyle”
Serra derince çekti sigarasını. Selim’in masanın üstüne koyduğu küllükte söndürdü. “Şu yaptığın ne şimdi dedi Selim karısına dönerek. Soruşturmanın gizliliği falan hani. Öyle şeyler hani var ya!”
İrem kocasına bağırdı. “Sanki haberleri yok dünkü ihbardan Selim. Kaç kişi götünü kurtarmak için nerelere telefon açmış dün bilmiyorsun sanki. Kız başkasından duysa daha mı iyiydi!”
-“Çeneni kapat İrem. İsmi vardı Çağatay’ın sadece CD’de Serra. Görüntü yok. Bu kadarını söyledi İrem Hanım bunu da ben söyleyeyim tam olsun. İrem Hanım sayesinde sıçtık sıvayalım! Elalemin derdi bize düştü ya İrem! Arkadaş ayağına yatma. Sana olay olsun dedikodu olsun de mi? Ulan biriniz bile farklı değilsiniz! Mahallede kapı önünde çekirdekle dedikodu yapan yengem senden daha idealist daha olgundur be!””
“Sana inanmıyorum” dedi kocasına İrem. Tezgahın üstündeki sürahiyi yere fırlattı. Cam parçalarının arasından akan suya bir damla gözyaşı düşer miydi Serra’nın? Hayır gözyaşları bu kadar uzun yol kat edemiyordu. Cam parçalarını atlayarak uzaklaştı mutfaktan. Dış kapıyı açtı ayakkabısını giyip çıktı. Kimse peşinden gelmiyordu. Kapının ardında İrem’le Selim’in evliliklerinin ilk şiddetli kavgasını duyuyordu. Galiba Kuyupazar avm’den aldıkları günlük çiçekli yemek takımının bazı parçaları havada uçuşuyordu. Konsolun içindeki inci yemek takımlarını da kırabilir miydi acaba? 62 parça 12 kişilik evladiyelik olanlar. Yoksa konsola yaklaştığı anda öfkesi hafifler miydi? Onları çiçekli takımlar gibi harcayamazdı değil mi? Merdivene oturdu Serra. Annesinden gelen mesajı açtı. Üstünde çiçekli bir elbise. “Çağataylar tanışmaya gelince giyerim diye aldım güzel değil mi?” yazıyordu… Gözyaşlarını sildi. Kalkacak gücü yoktu. Çağatay’dan bir sesli mesaj geldi. “Serra konuşabilir miyiz? diyordu ağlamaklı bir ses. “İremlere geçmediysen sana uğramam gerek. Çok önemli”.
Yorumlar