top of page
Yazarın fotoğrafıAbdullah TEMİZKAN

Konurkaya

Güncelleme tarihi: 29 Kas

Hava birdenbire bozdu. Haluk bir taraftan Konurkaya’nın etrafında toplanan gri bulutlara bakarken adımlarını hızlandırdı. Kahverengi kum taşı kayaların rengi siyaha dönmüş, tepedeki orman gözetleme kulesi görünmez olmuştu. Bu kuleyi çok seviyor, oradan etrafı gözetlemeye bayılıyordu. Bu kuleden çevre tepeleri vadileri izlemeye doyum olmuyordu. Meşe ve çam ormanının bittiği yerden aniden yükselen yekpare sarp kaya gövdesi göğün direği izlenimi uyandırıyordu. Diğer tarafında eğimli kısımda karaçam ormanları, daha yüksek kesimlere kadar uzanıyor, kayalığın ana gövdeye ulaştığı noktada sırtını Çalkara Dağı'na yaslıyordu.

Sabah güneş vururken kum taşı kayalar bir yakut kızıllığında ışıldarken etrafını kuşatan ormanlar ise zümrüt gibi parıl parıl parlıyordu. Bu kaya binlerce yıldan beri etrafını kuşatan ormanları, içinde yaşayan canlıları kollayıp gözetleyen bir muhafız gibi muazzam manzarayı tarassut ediyor; bütün mehabetiyle bulutları önünde sıraya dizip tepesine çıkabilen insanlara bir ulaşılmazlık hissi veriyordu.

Haluk buradayken kendini tanrıya daha yakın hissediyordu. Haydar emminin dediğine göre Orman Genel Müdürlüğü buraya gözetleme istasyonunu kurana kadar çevredeki tahtacı köyleri her ağustos sonunda buraya gelerek adak keser, ikindiye kadar cem döner, ibadet eder; hava kararmadan önce orada yedi adam boyundaki mezara benzeyen taşlarla çevrili tümseğin üzerine adaklarını, dileklerini bırakır giderlermiş.

Yolun üstündeki ardıç ağacını bağladıkları rengarenk çaputlarla geline çevirenler de onlarmış. Haluk geceleri elini uzatsa yıldızları tutacakmış gibi hissediyor, Samanyolu'nun müthiş derinliğinde kim bilir kaç ışık yılı uzaktaki yıldızlara seyahat ediyordu.

Şuradaki, kuzeydeki Bozatlı Hızır’ın atını bağladığı Demirkazık değil miydi? Ya şu kervan kıran Ülker Yıldızı değil mi? Bu seyahatlerde dünyanın bütün sorunlarını, karısının dırdırını, amirlerin triplerini arkasında bırakıyor; neredeyse mutlak bir özgürlüğe sahip olduğunu düşünüyordu. Karısıyla ya da kaynanasıyla kavga ettiği günlerde hep buraya sığınan Haluk için geceleri Konurkaya’da nöbete kalmanın, hele bir de sıcak çay ve radyo varsa, keyfine doyum olmuyordu.

Bugün nöbete kalamamış olmanın sıkıntısıyla, “Neticede benimki bekçi kadrosu; benim ne işim olur ölçümle, keşifle, bilmem neyle? Şu baş mühendis bu kadar uylamasa nöbete ben kalacaktım.  Harun, sıranın bende olduğunu bilmesine rağmen neden nöbete kalmak için ısrar etti anlamadım! Neymiş de benim çoluğum çocuğum varmış, yolumu gözlermiş. Sana ne ulan benim çoluğumdan çocuğumdan, hıyar herif. Kesin kafayı çekecek gece,” diye söylendi durdu.

Yukarıda çam ağaçlarıyla birleştiği noktaya kadar sarı kırmızı bir hat oluşturan dereyi dikkatlice inceledi. Bir hareket, bir duman, bir karartı göremeyince nefesini tutup dinledi. Orta şiddette esen poyrazın, yaşlı ardıç ağaçları ve karaçamların arasından eserken çıkardığı uğultunun dışında bir ses duymadı. Tekrar gökyüzünü taradı, kuzgunlar alçak uçuşa geçmiş, karatavuklar ise çalıların en kuytu yerlerine sığınmaya çalışıyorlardı.

Haluk yaban arılarına bakmak için o kayalığa tırmandığına bin pişman olmuştu. Mühendisler, şef ve üç orman işçisi çoktan dereye inmiş olmalıydılar. Orman yolu gözüne uzun görününce avucunun içi gibi bildiği patikalardan keçi gibi sekerek hızla inmeye başladı. Rüzgâr gittikçe hızını artırıyordu. Ormandaki uğultu da artmıştı. Çarptığı çalı ve ağaç dallarının, üzerine bastığı kuru dalların çatırtısı ve ormanın uğultusu dışında bir şey işitmiyordu. Nefesi körük gibi işliyor ama o hiç aldırış etmeden bazen atlayarak, bazen kayaların üzerinden kayarak, bazen ağaç dallarına tutunarak hızla dere aşağı inmeye devam ediyordu.

On beş dakikalık zorlu bir inişten sonra dere tabanına yaklaştığını çağıldayan suyun sesini duyunca anladı ve duraksadı. Ormanı dinledi, havayı kokladı. Burnuna hafif bir is kokusu gelince rüzgârın estiği yöne doğru baktı. Cevizliğin arasından yoğun bir duman yükseliyordu.

"Hah! Oradalar işte, ateş de yakmışlar," diye sevindi. Eski değirmenin boşa dönen çarkının yanından geçince tüm ekibin değirmene sığındığını anladı. Tartışmaları kulağına kadar geliyordu. Haluk iyice rahatlamıştı. "Bundan sonrası kolay," diye söylendi.

Değirmene vardığında herkes “Haluk sen yaptın?” der gibi bakıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra şef, "Kardeşim sen ne kadar sorumsuz davranıyorsun böyle? Hiç haber vermeden ayrılıyorsun? Dağın başında bir de seni mi arayalım? Bak herkes yorgun zaten. Haritaları da yukarıda unutmuşuz, yolu şaşırdık. Allahtan bu değirmenin sesini duyduk da buraya sığındık. Sen gitmeseydin şimdiye köye ulaşmıştık. Şimdi ne yapacağız bir fikrin var mı?" dedi.

"Şefim kusura bakma, havanın bu kadar hızlı bozacağını tahmin edemedim. Özür dilerim. Burada biraz bekleyelim fırtına hafifleyince şurada değirmenin az altında eski orman yolu var, oradan stabilize yola on dakika. Yola çıktıktan sonra yürüyerek bir saat çeker. Traktöre falan rastlarsak gece olmadan köye varırız."

Bu havada yoldan kimsenin geçmeyeceğini, hele gecenin bu saatinde bunun mümkün olmadığını kendi de biliyordu. Bir saatlik bir sansar yürüyüşünden sonra sırılsıklam bir hâlde köye vardılar. Köyün girişinde onları iri, diken tasmalı çoban köpekleri öfkeyle havlayarak karşıladı. Onların gürültüsüne birkaç evin ışığı yandı.

Elindeki el lambasını üzerlerine tutan biri, “Kimsiniz, kime baktınız?” diye seslendi.

Haluk derhal, "Haydar emmi ben Haluk, fırtınaya yakalandık. Biraz kalabalığız köy odasını aç da orada sabahlayalım," dedi.

"Ooo Haluk sen misin? Ne demek, hemen açtırıyorum. Sobayı da yaktırayım. Siz geçin odaya, kapısı açık zati. Ben yemek battaniye falan ayarlar hemen gelirim."

Geceyi kuzine sobanın çevresinde battaniyelere sarınmış bir şekilde, yer yer şiddetlenen rüzgâr ve yağmurun sesini dinleyerek fırtınadan devrilen ağaçların çatırtıları, gök gürültüleri ve odanın içini gündüze çeviren şimşeklerin ışıkları eşliğinde sabahı ettiler.

Gün ışır ışımaz muhtar köy odasının kapısından seslendi: “Haluk iki dakka dışarı gel hele."

Battaniyeyi sırtına bürünen Haluk, ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Haydar emmi pos bıyıklarını burarken endişeli endişeli Haluk’a bakıyordu.

"Buyur Haydar emmi, bir şey mi oldu?"

Haydar emmi çiğnedikçe ağızda büyüyen ve bir türlü yutulamayan kötü pişmiş bir eti tükürür gibi, “Yanmış,” dedi.

"Ne yanmış Haydar emmi, anlamadım ben."

"Harun."

"Harun mu aradı, orman mı yanmış yoksa? Bu yağmurda, nasıl?"

"Yok, kasabadan sizin müdür aradı. Telsizle hiç kimseye ulaşamamış."

"Eeee!"

"Eeesi, Konurkaya’daki kuleye yıldırım düşmüş."


Abdullah TEMİZKAN

15 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page