Zemheri, karakış derken baharın ılık nefesi hissedilmeye başlamıştı. Yerdeki cam gibi parlayan bir karış buzun üzeri su çukurcukları ile dolmaya, çatılardaki karlar erimeye, kaldırımların dibinden küçük derecikler akmaya başlamıştı. Baharın yaklaşmakta olduğunu herkesle birlikte çocuklar da hissediyordu. Daha şimdiden çiğdem ve mantar toplamanın hayalini kuruyor, ırmağa ya da çermiğe gidip suya nasıl çivileme atlayacaklarını hararetle birbirlerine anlatıyorlardı.
Kazancılar Caddesi’nden Ali Baba Caddesi’ne ulaşmadan ilk sağa döndüğünüzde Şardaşların konağının hemen arkasındaki geniş arsanın nihayetinde, bahçesinde siyah çam ağaçları ve ak kavak ağaçlarının sıralandığı tek katlı Vali Muammer İlkokulu etrafa gülücükler saçıp kahkahalar atıyordu. Çatının dibinde biriken karlardan kartopu yapıp birbirine atan çocukların neşesi her yeri sarmıştı. Okulun müstahdemi İsmail Efendi elinde uzun bir ahşap gelberi ile çatının karını sıyırıp aşağı itekliyordu.
Bahçedeki şen atmosfere dalmış tebessümle izlerken birden kısa bir sessizlik oldu, sonra binanın bahçe duvarına en yakın kısmına yakın olan yerde öğrencilerin kümelendiğini fark ettim. Öğrencilerden biri kafasını tutuyor ve parmaklarının arasından kan sızıyordu. Okul duvarının dibinden o tarafa doğru yürürken öğrencilerden birinin, “Mustafa kartopunun içine taş koyup attı, o da kafasını yardı.” dediğini duydum. Benim gördüğüm kadarıyla o tarafta kar topu oynayan kimse yoktu. Sadece bir kaç çocuk çatıdan dökülen karların içinden “boncuk kar” çıkartıp yiyorlardı. Sonra beri taraftaki yakan top oynayan çocukların çığlıkları dikkatimi dağıttı. O arada olmuş, ne olmuşsa.
Çocuğa yardım etmek için hemen duvardan atlayarak okulun bahçesine girdim. Çocuğun yüzünde korktuğuna ya da acı çektiğine dair en ufak bir iz yoktu. Biraz ileriden takım elbiseli, zayıf ve kel kafalı Hüseyin öğretmen hızlı adımlarla geldi. Beni görünce,
-Muhtar ne oldu burada sen gördün mü?
-Yok öğretmenim, ben bir şey görmedim.
Başını tutan çocuğa dönerek,
-Ne oldu evladım?
O zamana kadar soğukkanlı bir şekilde kafasını tutan çocuk, kafasından elini çektiğinde kızıl kana bulanmış ellerini görünce aniden bir dehşet duygusuna kapılarak bağıra bağıra ağlamaya başladı. Bu sefer kafası kırılan çocuğun koluna giren çocuklara dönen öğretmen,
-Siz gördünüz mü çocuklar, ne oldu?
Çocuklardan biri,
-Öğretmenim biz kar yiyorduk benim arkam dönüktü, “Anam” diye bir ses duydum, döndüğümde İboş kafasını tutuyordu. Ben de anlamadım ne olduğunu.
Az önce Mustafa’nın kartopunun içine taş koyduğunu söyleyen esmer çocuk ileri atılarak,
-Öğretmenim biz Mustafalarla kartopu oynuyorduk, Mustafa kartopunun içine taş koymuş olabilir.
Çocuk bunu der demez orada Mustafa olduğu anlaşılan çocuk,
-Vallaha yalan, öğretmenim ben biraz fazla sıkıyorum karı; azıcık sert oluyor, buz gibi; yoksa ben taş maş koymuyorum.
Bu sırada müstahdem Halime Hanım tentürdiyot, oksijenli su, pamuk, sargı bezi, yara bandı ecza dolabından ne bulmuşsa alıp gelmişti. Önce Hüseyin öğretmen cebinden mendilini çıkardı, mendili silkeleyerek açtı ve mendilin köşesine oksijenli suyu dökerek, hala hıçkıran İboş’un tepesindeki kanayan kısmı dikkatlice sildi. Bu arada müstahdem İsmail Efendi eline aldığı çıngırağı sallayarak çocuklara teneffüsün bittiğini duyuruyordu. Nihayet çocuk hıçkırmayı bırakmış endişeli bir şekilde kendisine ne yapıldığını anlamaya çalışıyordu. Hüseyin öğretmen,
-Yav bu nasıl iş? Bu kadar adam var burada nasıl görmezsiniz? En azından birinin görmüş olması lazım. Oğlum sen görmedin mi kafanı neyin kırdığını?
-İboş, yanı başımıza gelip dikilmiş müstahdem İsmail Efendi’ye bakarak bir şeyler söylemeye yeltendi, dudakları titredi, burun delikleri genişledi ve daha ilk kelimede ağzından çıkmadan tekrar hıçkırığa dönüştü. Bu sırada tentürdiyotun ekşi kokusu bende bir ürperme hissi yarattı. Hüseyin öğretmen İsmail Efendi’ye bakarak,
-İsmail sen de mi görmedin, ne oldu bu çocuğa?
Hüseyin öğretmen yaranın üzerine gazlı bezi dikkatle bastırırken İsmail Efendi önce öksürdü, boğazını temizledi sonra birkaç saniye bekledikten sonra,
-Ben de bir şey görmedim hocam. Bir baktım çocuklar başına toplanmış. Merak ettim geldim.
…
“Bugünün işini yarına bırakmamak lazım. Şu sınıfları temizleyip öyle çıkayım. Sonra da hale uğrar öte beri alır eve geçerim. Ama bugünkü olayda benim bir günahım yok. Gelberiyle dama çıkmış karları kürüyordum. Bazı talebeler kartopu oynuyordu. 1/B’nin talebeleri pınarın oradan musluğun ağzında birikmiş buzları kırıp yiyorlardı. Ne varsa onu yiyecek, çocuk aklı işte. Sonra bu üçü bu binaya doğru gelmeye başladılar. Ben yukarıdan avazım çıktığı kadar bağırdım ama duyan kim. Üstelik ne olur ne olmaz diye kar küremeyi bıraktım. Derken bunlardan birinin bahçe duvarının dibine doğru koştuğunu görünce hepsinin oradan uzaklaştığını düşündüm. Hem çatıdayken binaya yakın olanlar görünmüyor ki. Ne yapayım ben de tekrar küremeye başladım. Herhalde o sırada İboş’un kafasına buz düştü. Allahtan bir şey olmadı. Bak öğretmen hanım sınıfın fotoğrafını burada unutmuş. Bu direğin dibinden porsuk gibi bakan çocuk İboş değil mi? Vay kerata amma korkuttu beni.”
Abdullah TEMİZKAN
Comments