Hastaneye yolumuzun düşmesi çoktur elbet. Ya basit bir grip içindir gidişimiz, ya bir tahlil sonucu ya da bir hasta ziyareti.. O gün; hastane acı, kocaman bir şamar atıyor sıfatıma, meğer önceki gidişlerim bir turistik geziymiş.
Çok kalabalık bir gün, her yer ana baba günü. Muayene kapısı tıklım tıklım dolu, hastalar üçer beşer giriyor içeriye. "Sadece bir şey sorup çıkıcam"cılar da araya kaynıyor tabi. Nihayet sıra geliyor, içeri giriyorum. Odada beş altı kişiyiz . Duvarlar ilaç afişleriyle dolu, masa ise eşantiyon kalemler kupalarla. Hemşire şişman bedenini iliştirmiş sandalyesine homurdanarak bir şeyler karalıyor önündeki hasta kayıt defterine. Bir hasta muayene olmuş, henüz yeni giyinmiş, üstünü başını düzeltiyor. Yeşil gömleğini kot pantolonunun içine yerleştiriyor. Benimle birlikte içeri giren kadın ise benden önce muayene olma derdinde neredeyse beni itekliyor. Allah'tan hemşire benim barkodumu alıyor ve kaydımı yapıyor.
Saçları önlüğü ile uyum içindeki uzunca boylu doktor önündeki bilgisayar ekranından tahlillere bakıp "Seni yatırmalıyız durum pek ciddi, bir yakının yok mu yanında?" dediğinde film sahnelerindeki gibi bir an başlıyor. Her şey flulaşır, sadece iki kişi nettir, o iki kişinin söyledikleri önemlidir ya hani. Şimdi doktor söylüyor repliğini, sıra bende. Ezberden bir şeyler söylemeliyim. Sufle veren de yok unutuyorum. Ne demeliyim böyle bir sahnede. Sadece "Sağlık olsun," diyebiliyorum. Ve söylediğim şeyin mantıksızlığını fark edip saçma sapan cılız bir gülümseme yayılıyor titreyen dudaklarıma. "Ne yani ölecek miyim?" demek geçiyor içimden, diyemiyorum.
“Çocuklarım var tabii, herbiri bir yerde ama haber ederim uçar gelirler,” diyebiliyorum belki de fısıldar bir sesle. Bugün hazırlıklı değilim; yarın geleyim, diyerek dosyamı koltuk altıma sıkıştırıp apar topar çıkıyorum oradan. Film sahnesi bitiyor.
Hastaneden nasıl çıkıyorum, taksiye nasıl biniyorum, eve nasıl geliyorum yazmayacağım. Sizi şu an o ayrıntı ilgilendirmiyor.
Evdeyim elimde aile albümü, ne zaman almışım yerinden hatırlamıyorum. Sayfaları gezdikçe kâh gülümseme, kâh hüzün kaplıyor yüzümü. Bir fotoğrafın üstünde ısrarla geziniyor parmaklarım. Gene tuhaf bir şey oluyor. Ancak bir kurguda yaşanılabilir bir şey. Bir anda canlanıyor fotoğraf yanı başımda. Oğlum 6 yaşlarında koşturuyor. Ablası ise ergenlik triplerinde zorla kareye sokmaya çalışıyorum. Ben çocukları iknayla uğraşırken anaları süs peşinde gene. Kumral saçlarını düzeltiyor bir eliyle, diğeriyle de allığını sürüyor. Nasıl göründüğü önemli o an, kiminle olduğu değil.
İyi kadın aslında beni terk edip gitmeseydi, çocukları bırakıp kaçmasaydı iyi kadındı. Öyle cefakeş, fedakâr analar gibi değildi, saçını süpürge edenlerden olmadı hiç. Ama iki kap yemeğimiz de eksik olmazdı. E dırdır da etmezdi. Etseydi bilirdim zaten derdini, memnundu hâlinden zannederdim. Kadınlığı da tamdı yani inkar etmeyeyim. Başımı döndürürdü salına salına yürüyüşü, bir cilveli bakışı yeterdi, hiçbir kusurunu görmezdim.
Ne buldu o adamda da bir anda sildi her şeyi bilmem. Hadi beni geç, çocuklarını nasıl sildi? Adam zengin olsa tamam, yakışıklı olsa amenna. Tipsizin, çapsızın biri. Neymiş şiirler yazıyormuş. Sinemaya götürüyormuş, ağzı da laf yapıyormuş. Bizim suçumuz ne, köy çocuğu olmak mı? Bu fotoğraf birlikte çekildiğimiz son fotoğrafmış, sonrası hep onsuz.
Şimdi onları aramalıyım, yıkılacak çocuklar, anasızdılar yıllardır şimdi babasız da kalacaklar. Ve ben de hazır değilim ölüme. Genç sayılırım daha 58 yaşında yeni evlenenler var. Ölüm yaşına gelmedim daha. Bu hastalık nereden buldu beni? Ahh, Şukufe ahh! Sen hasta ettin beni. Kadınsızlık etti. Yani yanlış anlama eksik olanım sendin, kadın değil. Yoksa; hoş biz de boş durmadık, elimiz armut toplamadı sen o adamla gezerken. Tövbe tövbe! Ölüm arifesinde düşündüklerime bak, hep senin yüzünden Şukufe.
Affet Allah'ım ben ne dediğimi biliyor muyum? Şimdi ne yalan söyleyeyim; afili bir hayat da vermedin bana. Kendilerine hayrı olmayan ana babayla başladım hayata. Çocuk yaşta girdim kaportacıda çıraklığa. Büyüdüm kalfa oldum, büyüdüm usta oldum, büyüdüm dükkan açtım kendime. Evlendim bir oğlum bir kızım oldu, hayırsız Şukufe gitti. Çocukları tek başıma büyüttüm, okuttum. E şimdi everecektim rahat edecektim ancak. Masrafları dert ediyordum evet ama kurtulmam için ölmeme de gerek yoktu. Tövbe tövbe! Ne diyorum ben.
Üzülecek çocuklar, kız daha çok. Off, saatler geçmiyor! Ne uzun bir geceydi bitmek bilmiyor. Tavanın kulpu koptu yandı parmağım. Aksilikler üst üste gelir zaten, yumurta da bozulmuş kötü kötü kokuyor burnuma. Bir bu eksikti, bir ay olmuş nerdeyse alalı. Çöpe atıyorum, keşke her şeyi atabilsem.
Şimdi tekrar hastanedeyim evden nasıl çıkıyorum, taksiye nasıl biniyorum, hastaneye nasıl geliyorum, yazmayacağım. Sizi şu an o ayrıntı ilgilendirmiyor.
Hastane koridorlarında evvel günkü hâlim gelip yapışıyor üzerime. Doktorun odasından henüz çıkmışım. Geriye kalanlar hiç yaşanmamış. Belki de yaşamadım, öyle sandım. Siz de öyle sandınız. Bilemiyorum.
Film sahnesi bitiyor, kalabalık koridordan çarpa çarpa geçip iki kat merdivenleri iniyorum. Merdivenlerin solundaki morg yazısı gözüme ilişiyor. E o kadar gelmişim buraya, o kadar inmiş çıkmışım bu merdivenlerden neden daha önce görmemiştim bu yazıyı? Şimdi bana özel mi astılar? Burnuma kötü bir koku yayılıyor soğuk, ürkütücü bir hava ısırıyor tenimi ve bir anda yere yığılıyorum.
Hastanede olmanın en güzel yanı budur, bayıldığınızda doktorlar hemen müdahale eder size. İlk yardım dersini en son ilkokulda almış, ilk müdahalenin inceliklerinden bihaber kişiler tarafından örselenmezsiniz. Şanslı insanmışım vesselam. Kolonya kokusu, tokatlar ile değil kolumda serum, yanımda hemşire ile uyanıyorum. Doktorum da karşımda gülümsüyor. "Bu doktorlar da ne rahat insanlar ayıp ya!" diye hayıflanıyorum elbette ama "Ne oldu doktorum bana?" diyebiliyorum.
-Sakin ol Ferhat bey, odama geldin ben diğer hastayla konuşurken birden bir şeyler mırıldandın çıktın odadan, biraz sonrada baygın bulmuşlar seni merdivenlerde. Neyse, Ferhat amcacım tahlillerin iyi hoş da biraz tansiyonun var, tuzlu yeme e mi?!
Hava YILDIRIM
Comments