
-Haydi hocam, kantinde kelle paça çorbası varmış, midemiz şenlensin.
-Yok hocam sağ ol, siz gidin. Ben sevmem öyle kelleymiş, paçaymış, sakatatmış.
- Ne sevmeyeceksin hocam ya, tam bir kolajen bombası, sirke limon sarımsak oh mis. Gel haydi, bak diz ağrına da iyi gelir.
- Yok arkadaş yok, annem sevdiremedi siz mi sevdireceksiniz?
Bundan otuz yıl kadar evvel sanırım, Kurban Bayramı'nda gene köydeyiz.
Amcamlarla birlikte yaşıyoruz tabi. Et tırnaktan, kardeş kardeşten ayrılmaz vakitlerdeyiz. Amcamda var beş çocuk, biz de üç kardeşiz. Ev çocuktan da neşeden de pek bereketli.
Akşamdan sarmaların sarıldığı, evlerin temizlendiği, her yerin iyice kırklandığı muhakkak ama o detaylar hafızamda yok, hatırlamıyorum. Sadece teyzemin otluğa gidişi ve peşine takılışım. Kurumuş ot kokusunu bilir misiniz? Biraz burnunuzu gıdıklar, boğazınıza biraz kuruluk katar ama kesinlikle garip bir haz verir insana. Teyzem otları boğum boğum yapıp koltuğunun altına alıyor, bir küçük boğum da benimkine sıkıştırıyor.
-Haydi, koka*, bunları davara vereceğiz.
Aval aval bakıyorum yüzüne. Kok nedir bilirim elbet. Hani şu koyunların koyun koyuna yattığı oda. Tahmini on beşten fazla koyunumuz var. Gündüzleri çobana emanet, gidip Kaçkarların sarp yamaçlarında rızkının peşine düşer, akşamları o uzun patikalardan geri dönünceye kadar tekrar acıkırlar. Her koyun kendi yuvasını tanır, koşa koşa kendilerine ait kokun kapısına gelir, onları karşılayan şaşortun** yaptığı un ve tuzla yapılmış yalı kürünün içinden ağızlarını şapırdata şapırdata yerler. Onları görenler, günlerce aç kalmış sanır ancak Karadeniz koyunu olmak bile zordur. Evinden otlağa gidinceye nice dağlar tepeler aşılır, geri dönünceye nice uçurumlar, kayalar geçilir. Bunca meşakkatte tek bir amaç vardır: Yemek.
Bilirim elbet bunca ayrıntıyı. Ancak ben hiç kok içine girmedim ki. Teyzem düşüyor önüme çaresiz ben de peşine. Kokun kapısı kalın odundan. Sanki ağacı ortadan yarmış baltayla düzeltmiş, kapıya benzetmişler, o kadar özensiz. Tam elçek kısmında irice bir çivi, onluk dediklerinden. Yanında kancalı bir demir, ucu denizci çapasına benziyor. Bir küçük halat parçasını kesmiş bu çiviye bağlamışlar, elçek oluvermiş. Aynı zamanda bu, karşısındaki demire bir kaç kez dolayıp bağlanınca kilit yerine de geçiyor. Köy yerinde bu kadarı kâfi.
Kapının sağ tarafında kurumaya bırakılmış tezekler, başında da bir nöbetçi korkuluk gibi dört tarafı bu tezeklere bulanmış kürek. Teyzem özenle çözüyor kilidi. Gacur gucur sesler meleme seslerine karışıyor. Kapının alt tarafındaki kütükten eşiği geçmek için bacağını neredeyse karın hizasına kadar kaldırıyor, başını ise boyundan çok aşağıda olan pervaza değmemek için karın hizasına kadar eğiyor, ikiye katlanmış vaziyette içeriye giriyor. İçerisi zifiri karanlık. Zira kokun küçücük bir çocuğun bile sığamayacağı kadar küçük bir penceresi var. O da üst tarafından korniş görevi gören çivilere tutturularak güneşten iyice yanmış, parçalanmış naylon bir çuvalla kapatılmış.
Resmen içeriden dışarıya sıcak hava doluyor. Sauna gibi mübarek. Hayvanların nefesleri, sidikleri, bokları derken su koysan kaynayacak dereceye ulaşmış. Yılların biriktirdiği atıklarla tazeler birleşince içerinin kokusu normal bir tezek kokusunun çok ötesinde… Anlatılmaz yaşanır. Aslında çoğu kurudukça kenarda biriktiriliyor sonra da çuvallarla sepetlerle bostanlara götürülüp gübre oluyor. Şu hayvanlar ne mübarek, her şeyleri kıymetli aslında.
Gözlerim ve burnum mukavemetli çıkıyor, içeri giriyorum. Teyzem gibi ikiye katlanmama gerek kalmıyor, zıplamam yetiyor. Kapıyı içeriden hızlıca kapatıyor teyzem. Koyunlar kaçmasın diyor. Kokun iki tarafında da kürün var. Otları içlerine atıyoruz. Teyzem birinin önüne iyice ot yığıyor, “Al mübareğim, al! Ye mübareğim, ye!” Anlıyorum ki ertesi gün kurbanımız olacak mübarek bu! Hayvancağıza bakıyorum, acıyacak gibi oluyorum. Yiyeceğim kebaplar dönerler aklıma gelince bu his hemencecik kayboluyor.
Mübareği ve diğerlerini besleyip çıkıyoruz o nezih mekândan. Yan bitişikte ahır da var. Oraya da bir sefer yapıyoruz. İneklere selam çakıyoruz. Süt, kebap kadar cazip gelmiyor olacak ki ineğe çok muhabbet beslemiyorum o an. Çıkışta tam ahır kapısında koca yumuşak bir kayaya dalıyorum. Ayakkabılarım yarıya kadar pisliğe bulanıyor, ayaklarımı bir sağ bir sol yaparak otlara sürüp temizliyorum. Ki teyzem benden önce öyle yapıyor, öğreniyorum. Temiz havayı içime doldurup koşarak gidiyor ve geri kalan yedi kişiyle oyuna dalıyorum.
Bayram sabahı, namazdan sonra mübareği çeke çeke getiriyor teyzem. Amcam kenarda gizlice bıçağı bilevliyor. Annem leğeni, güğümü ayarlıyor. Babam ise kuyu kazmış, elinde halat bekliyor. Biz çocuklar ise seyirde. Kazılan kuyuya kan akacak belli. Mübareğin başını o kuyuya doğru çeviriyorlar.
-Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber!
Mübarek biraz sallanıyor, biraz “ Ne ettuz ula?” bakışı atıyor, güvendiği dağlara kar yağmasının hüznüyle titriyor ve ruhunu teslim edip ebediyete intikal ediyor.
Velhasıl hayvanı amcam kesiyor, babam soyuyor. Bacağının ortasından kemiğe paralel bir delik açıp halat geçiriyor ambarın çatısındaki tomruğun ucuna asıyorlar. Karnını deliyorlar, altına bir plastik leğen koyuyorlar. Organları azami ölçüde özenle çıkarıyorlar. Geriye kalıyor bir koca işkembe. Aman dikkat etler, aman eline bir şey olmasınlar, aman sakın delinmesinler, aman mundar etmeyesinler derken işkembenin çıkarılışı bir askeri tören disiplininde ilerliyor. Tam son vuruşu vuruyor ki babam, bıçağın ucu kayıyor ve işkembenin altından giriyor içeri. Bir anda her yere sarı sarı sular, yeşil yeşil ezik çiğnenmiş otlar fışkırıyor.
“Bu ne? Bu ne?” diye soran ben, gözümü kapatan annem, güğümü koşuşturup getiren ablam, babamın elinden bıçağı kapıp işkembeyi dışarı savuran amcam… Hani ağır çekim yapılır da bir kaç saniyelik zamanın her ayrıntısı tüm çıplaklığıyla seyredilir ya, öyle bir sahne gözümün önünde.
Bizi içeriye alıyorlar. Mübareği artık güğümle değil hortumla yıkıyorlar. Mavi leğende ciğeri yüreği, kırmızı leğende koca bir işkembesi geride kalıyor. Biz kardeşler olanlara omuz silkip el öpmeye, şeker toplamaya gidiyoruz. O sırada annemi sırtında sepet dere kenarına iki büklüm giderken görüyorum. Biz şeker toplamaya devam ederken annemi elinde poşet, boş sepeti tek koluna takmış; dönerken görüyorum. Biz şeker toplamayı bitirip dönerken ben annemi evin kapısında kurulmuş kazanda bir şeyleri kaynatırken görüyorum. Etrafa yayılmış bir koku. Önceki kok kokusuna rahmet okutacak cinsten. Babamla amcam ayvanda etleri yaymışlar tepura, doğranacakları doğruyor ayıklanacakları ayıklıyor, dağıtacakları poşetliyorlar. Teyzem ise morbet*** edasında getir götür işlerine bakıyor.
-Döner nerde?
-Döner bugün olmaz, et dinlenmeli bir gün. Annen işkembe, paça pişiriyor, bol soğanlı. Bugün ondan yiyeceğiz.
Başım dönüyor. Midem bulanıyor, mübareğin yüzü, koca karnı, deşilen işkembesi, dün yediği otları, kokun sıcaklığı, kokusu… Ve karanlık… Yere yığılıyorum.
Hava YILDIRIM
*kok: Ağıl.
**şaşort: Ahır işlerini yapan kişi.
***morbet: Evde getir götür gibi ufak tefek işleri yapan küçük çocuk.
Comments