Kadının elinde tuttuğu temiz kâğıtların hışırtısı ve sağ tarafındaki açık mavi duvara asılı guguklu saatten gelmeyi sürdüren susmak bilmez tıkırtılar seni, içerisinde hiçbir tür kimyasal ilaç veya serum askılıkları bulundurmamasına rağmen bir hastane gibi kokan terapi odasına geri sürüklüyor. Sol duvarın neredeyse tümünü kaplayan pencereye asılmış ipekten perdeler, arka plana serili fırtına ve sebep olduğu hırçın dalgaların açık seçik görünmesini önlüyor o an.
“Beni onuncu yaş günümün akşamına götüren aslen yıllar önce rastladığım bir dram filmi sahnesiydi. Filmin adı kardelenlerle alakalı bir şeydi sanıyorum. Arkadaşları ve ailesi kadını bu çiçeğe benzetirlermiş, o gecenin biri ceplerine sığdırabildiği kadar taş doldurup kendini yakınlardaki bir köprüden atmadan önce, tabii. Film, kadına yıllar boyu beslediği aşkını itiraf edememiş bir müzisyenin kahrını anlatıyordu. Adamın şehir şehir gezerek ölen kadının yerini doldurmaya çalıştığını, onu daima yanında taşıdığı bir çiçekle andığını anımsıyorum. Bu bana öylesine düşünceli ve nazik bir davranış gibi gelmişti ki, gözlerim dolmuştu.
Ben daha ufak ve ince yapılı, daha alıngan bir çocukken abimin bana taktığı isimler, çiçek-böcek isimlerini aklıma getiriyordu doğrusu.”
Kadın bu sürede çenesini yumruk yaptığı elinin üstüne yerleştirip öne doğru eğiliyor ve merakla irileşmiş gözbebekleri doğrudan sana, retinandaki buğulu tabakanın ardındaki ruhuna erişmeye çabalarcasına suratına bakıyor. Oysa sen yere, ayak parmak uçlarına bakıyorsun nefes nefese.
“Tanrım… Bana kırılması an meselesi zarif bir vazo, hassas bir tür şahesermişim gibi davranmaya nasıl da bayılırdı. Sesindeki günlük sohbetlerden farklı o tınıyı iliklerime kadar hissederdim.”Gülüyor, abinin o zamanlar on yedi yaşlarında olduğunu söylüyorsun.
“Yumuşak tavırları,” diyorsun, “yalnızca bana karşı böyleydi, doğrusu bazen nedensizce ürperirdim,”. Ve tekrar gülüyorsun.
Kadın, elindeki kâğıtları bir kenara bırakıyor.
“Filmin sonlarına doğru adamın çok kez ziyaret ettiği bir bar gösteriliyordu. Uzun boylu, deri ceketli esmer bir kadın bakışlarını ona dikmiş, köşede beklemekteydi. Bu durumda bir tür avcıyı anımsattığını kurmuştum kafamda. Buzlu camdan kapı açılıp kapandığında sigarasını ağzından alıp yanındaki masaya bastırarak söndürüyor, adamın yanına geliyordu. Yüzü donuktu, İtalyanca bir şeyler sıralıyordu ve ben alt yazıları takip edebilmek için fazla yorgundum, son hatırladığım ikisinin birlikte ağır ağır bardan ayrılıp bir motele girdikleriydi. Ha, bir de kadının soğuk tavırlarına karşın adamın gösterdiği alçakgönüllü nezaket ifadesi tarafından adeta… Büyülenmiştim.”
Dudaklarının kenarları aşağı yuvarlanıyor ve başını hafifçe kaldırıp kadınla göz göze geliyorsun, iki elin de kontrolsüzce havada uçuşarak abartılı jestlerle kendilerini açıklamaya çabalıyorlar.
“Altın yüreği karşısında ağzınız açık kalırdı. Kadına, boşanmasının ardından muhtaç kaldığı duygusal desteği sağlıyor, finansal çöküşteki ailesi için gerekli parayı cebinden ödüyordu. Saygılı tavrı ve incelikle düşünülmüş iltifatları, ona boynu bükük bir çiçekle ilgilenir gibi özenle bakıp aklının almadığı bilimsel konuları bilge bir öğretmen edasıyla açıkladığı sahnelerse...”
Kadın hafifçe ileri uzanıp titreyen ellerini tutuyor, iyi olup olmadığını soruyor. Ama sen, ellerin kimliğinden ayrı uzuvlarmışçasına kayıtsız, devam ediyorsun.
“Her neyse… Nerede kalmıştım?” Yutkunuyorsun. “Doğru ya, motel. Motel odasına girmişlerdi. Perdeler kapalıydı. Dışarının gürültüsü kesilmişti. Ancak sonra anahtarın kilidin içinde dönme sesi çınladı ve metal halkanın bir köşeye uçmasıyla fırtına öncesi sükûnet kırıldı. Kırılıyordu. Kalbimin ağzımda atmaya başladığını hatırlıyorum.”
Kadın gözlerinin içine bakıyor ve retinandaki bu sise anlam veremiyor, hâlen dudakları yarı aralık bir şaşkınlık imajı içerisinde. Senin sahneleri gözünün önünden akıp geçen bir film şeridi tasvir eder gibi yaşayarak anlatman karşısında dinlediğini gösterebilmek için başını sallıyor sadece.
“Ginevra’yı itiyor, kollarından tutup öylesine sertçe fırlatıyor ki kadının dengesini kaybedip kafasını başlığa çarpmasına sebep oluyor yatak başlığına. Adam, yere çökmesine vakit kalmadan atılıp onu belinden yakalıyor, çırpınan beden çarşaflara sarılıyor ve… Ve…” Artık titremiyorsun, yalnız ayaklarının altındaki kırmızı halı tuzlu, buz gibi bir damla yaşla ıslanıyor. “Yaylar gıcırdayıp duruyor ve yatağın ayakları ağırlık altında titriyor. Bileklerin ikisi de birbirine bitişik, yastığa bastırılmış… Ve üzerinde bir fil deseni taşıyan kısa kollu t-shirt lavabonun kapısının dibinde bekliyor, yaylar geriliyor. Yine... Sonrasında her şey duruluyor.” Nefes alamıyorsun, ciğerlerin temiz havayı reddediyor.
“Adam o her zamanki nazik tebessümü ile yatakta diz çöküp üzerine eğiliyor çırpınmayı sürdüren et yığınının, cebinden biçimsiz siyah bir mendil çıkarıp gözlerini örtüyor. Rengi beyaza kayan sarı saçlarını okşuyor. Ona ‘Kardelen’ adıyla seslenip bu pozisyonda ufak, şeker bir kız çocuğunu nasıl da fena derecede anımsattığını fısıldıyor, sonra çarşafların üzerine yüzükoyun uzanması için yardım ediyor, suratını yastığa gömüyor. Yumuşak adımlarla yataktan kalkıp gardırobun içinden aldığı sırt çantasından bir çift halat parçası çıkıyor. Ve adam öylesine tedbirli, öylesine planlı ve övülesi bir karakter ki ebeveynlerin uykusunu bölmemek için baldırlarına oturmadan önce yerden kaptığı fil desenli kıyafetini bu işe yaramazın ağzına tıkıştırıveriyor. Ve tüm bunları öylesine yavaş, öylesine titiz hareketlerle yapıyor, her şeyi öylesine dokunaklı bir itinayla işliyor ki… Aklınız alıyor mu, bayan? Adamın bu bilgeliğine karşı siz de şaşıp kalmıyor musunuz?”
Kan çanağı gözlerini kırpıştırıyorsun, ancak ayırdına varmadan akıttığın onca yaş en sonunda tükenmiş olacak, umut ettiğin o ferahlatıcı ıslaklığa kavuşamıyorsun bir türlü.
Terapist, sana empati mi yoksa acıma mı olduğunun kestiremediğin anlamlı bakışlarla avuç içlerini okşuyor.
“Bacaklarına çıkıp… Öne eğiliyor, incecik ayak bileklerine geçmeden önce birbirine sıkı sıkıya yapıştırılmış elleri kafasının hemen üstünde kalın sicimlerle bağlıyorken çocuk… Ortak bir ranzada uyuyup aynı sırada ders çalıştıkları küçüklük dönemlerinden kalma tanıdık parfüm kokusunu içine çekiyor.”Gülümsüyorsun, dişlerini birbirlerine çarpmasınlar diye kenetlediğinde sesin iyice kısılıyor.
“Kendisinden beklendiği gibi zarif bir vazo, bir şahesere dönüşüyor. Kıpırtısız kalıyor. Omurgası ile cılız bacakları bu beklenmedik ağırlık karşısında acıyla isyan etse bile… Sonuçta abisini hayal kırıklığına uğratmak istemiyor, sizce de öyle değil mi?” Susuyorsun.
Terapist, bir nebze destek olabilmek için ellerini ovuyor hâlâ, dudakları titriyor.
Sonra duraksıyor, koyu kahverengi gözleri tereddütle aşağı, avuç içlerine kayıyor.
İkiniz de aynı anda bembeyaz kesilmiş teninin üzerine yatan, baş parmağının kökünden yola çıkıp serçe parmağına dek uzanan derin çizgiyi takip ediyorsunuz. Sonra onun bakışları senin çıplak ayak bileklerine kayıyor, sen ise uslu uslu gözlerini yummakla yetiniyorsun.
Beyaza yakın yumuşacık sarı saçların, pencerenin altındaki önemsiz bir delikten sızan fırtına esintisiyle belli belirsiz havalanıyor. Bekliyorsun. Oysa hüzün, seni çoktan acımasızca terk etmiş oluyor. Günlük sıkıntılar dolduruyor kafanı yeniden, gözyaşları ve İtalyan filmleri değersiz tebeşir tozları gibi tek hamlede silinip gidiyorlar.
“Bağışlayın, bayan. Filmin adı kardelenlerle ilgili falan değildi. Aslına bakarsanız, çekim boyunca kardelen sözcüğü bir kez bile geçmiyordu. Sanırım kadını benzettikleri çiçek… Bir papatyaydı... Ya da yıldızpatı.”
Zeynep ŞENER
Comments