Salına salına girdi mutfağa. Bir yandan şarkı mırıldanıyor, bir yandan da gözü duvardaki saatte.
Ah benim sevdalı başım! Ah benim şair telaşım!
Önlüğü taktı önüne. Tel dolabı açtı, kenarları sarı yaldızlı minik kâseyi eline aldı. Baktı. Vazgeçti. Aklına kulplu kâseler gelmişti. Temizler mi diye kontrol etti.
-Aferin Fatma! Tertemiz olmuşlar. Biliyor tabii, bugün sütlaç günü!
Hepsini yan yana, tek tek dizdi. İki kırmızı, iki mavi, mor, pembe, beyaz ve gri. Sol eliyle kafasını kaşıdı, arkasını döndü dolaba uzandı. Yaldızlı kâseyi tekrar çıkardı. Evirdi çevirdi. Elli yılı vardı, antika sayılırdı. Satın aldıkları satıcı öve öve bitirememişti. “Altın yaldızlı, el yapımı, çok kıymetli.” dediğini bugün gibi hatırlıyordu. Gerçekten de yaldızları hiç bozulmamıştı. İlk günkü gibi parlaktı. Misafirden misafire kullanılır, yıkanır, kurulanır, tel dolaba kaldırılırdı. “Kulplu mu? Yaldızlı mı?” diye bir süre düşündü. Yaldızlı kâselere karar verdi.
Tezgâhın üzerindeki, içi süt dolu bakır kazanı ocağın üzerine aldı. Saate baktı. Saat sekiz buçuk. “İyi, daha vakit var.” Sütü kaynatırken bir yandan da mutfağı toparlıyordu. Ne kadar da dağınıktı. Keyfi kaçar gibi oldu. Nereden başlayacağını bilemedi bir türlü. Sütü de unutmaması gerekiyordu. Taşacak olsa bir de temizlemesi vardı bu işin. Sütün taşması hiçbir şeye benzemezdi. Süte üzülmezdi de temizlemesi var ya o çok zordu işte.
Anam, “Sütün gözü yerdedir, gözünü ayırmayacaksın sütten. Arkanı dönmeye gelmez. Hemencecik taşıverir.” derdi. Yeni sütçüden süt alalı beri sütlaçları çok güzel oluyordu. Ailede nam salmıştı. En güzel sütlacı o yapardı. Düşündükçe keyfi yerine geldi. Süt kaynamıştı. “Asıl mesele sütlaçta.”
Üstteki dolabın kapağını açtı. Pirinci ve toz şekerini çıkardı. Bir su bardağına pirinci koydu. Yıkadı. Süte ilave etti. Başka bir bardağa da şekeri koydu. Bir kenara bıraktı.
“Şekeri pişmeye yakın ekleyeceğim. Bir bardak yeter. Çok tatlı olursa sevmezler.” Tahta kaşıkla karıştırmaya başladı. Sağa doğru karıştırırken, bir süre sonra da sola doğru karıştırmaya devam etti.
“Bakır tencerede süt dibine çok çabuk tutar. Yanık kokusu alırlarsa yemezler.”
“Aman! Bunlar da ne nazlılar böyle! Sütlacımı severler ama. Her pazar gelirler.”
Bir saat sütün başında dile kolay. Ayakta hareketsiz durmakta zorlanıyordu ki dizini hafifçe büktü. Sonra diğerini. Büktüğü dizi düzeltti. Bir sağ bir sol derken nihayet sütlaç pişmek üzereydi. Ayırdığı şekeri de ilave etti. Beş dakika daha karıştırdı. Artık sütlaç pişmişti. Mutfağın dağınıklığını çoktan unutmuştu bile.
Mis gibi koku sarmıştı mutfağı. Ağzı kulaklarına vardı. Çekmeceyi çekti. Kepçeyi aldı. İtinayla sütlaçları kâselere doldurdu. Dünden kırıp hazırladığı fındıkları da çıkardı. İçeriye seslendi:
-Hanım! Uyan, sütlaçlar hazır; demeye kalmadı, Fatma gülümseyerek mutfağa girdi. Sütlaçları görünce şaşırmıştı.
-Ne yaptın Mahmut! Kim yiyecek bu kadar sütlacı?
-Çocuklar! Şimdi gelirler, bak saat dokuz buçuk!
Fatma’nın sesi titriyordu. Kocasının yüzünü ellerinin arasına aldı. Şefkatle baktı.
-Çocuklar iki yıldır yurt dışında canım. Hatırlayabildin mi? İkisi de Amerika da. Gelemezler.
Karısına baktı.
-Haftaya gelirler. Yine yaparım.
Seval Banu SARAÇ
Comments