top of page
Sülbiye YILDIRIM

On Bin Adım


Spor ayakkabısını kapının önüne koyarken keyfi yerindeydi. Bugün yürüyüşte on bin adımı tamamlayacaktı. O burnu bir karış havada Şahande’yi arkada bırakacaktı. Bundan çok emindi, çünkü günlerdir onu geçmenin yollarını araştırmış, sonunda da çözümün ayakkabıda olduğuna kanaat getirmişti.

Yazılanlar, çizilenler, reklamı yapılan o spor ayakkabının tam da sorununu çözecek cinsten olduğunu gösterince, açmış bilgisayarını, girmişti o ünlü markaların internet satış mağazasına, neredeyse bir aylık asgari ücrete denk gelen fiyatına aldırmadan siparişini vermişti.

İnternet mağazasında alışveriş yapmak ne kolay ne zevkliydi! Müşteriyi öyle güzel yönlendiriyorlar ki girdiğinde zorlanmamıştı. Yürüyüş ayakkabıları yazan başlığa tıkladığında ekranda beliren normal ya da hızlı tempo, seçeneklerinden hızlıyı seçmiş, daha önceden reklamını gördüğü, hızına hız katacak olan anında karşısında belirmişti. Öncelikle müşteri yorumlarını okumuş, okudukça isteği artmıştı. Hakkında olumsuz tek bir yorumun yazılmamış olması dikkatini çekmişti. Demek ki herkes memnun, diye düşünmüştü. Bu durum karar vermesini kolaylaştırmış, başka modellere bakmamıştı bile. Satın alma sırasında önerilen taksit seçeneği, fiyatı biraz yükseltiyordu ama olsun, hedefe ulaşmak çaba ve fedakârlık gerektirirdi. Hiç acımadan parayı altı taksit seçeneğini işaretleyerek ödemişti.

Şimdi keyifle, zorlanmadan on bin adıma ulaşacaktı.

Annesine göre, alışverişi pek beceremezdi. Haksız da sayılmazdı Menşure Hanım, AVM'lerdeki mağazalara girdiğinde büyüklükleri karşısında şaşkınlığa düşer, önüne serilenlerin çokluğunda kararsız kalırdı. Onlara bakarken alması gerekeni unutur, hiç ihtiyacı olmayan şeyleri alarak çıkardı mağazadan. Bu yüzden az mı maskara olmuştu? Alışveriş dönüşünde daha kapıdan girmesiyle başlardı Menşure’nin çenesi. Alaycı gülümsemesinin eşliğinde söylenir de söylenirdi.

“Heyecanla bekledim inan. Şöyle yanıma gel de aç paketleri, merak ediyorum yine ne alamamışsın, çabuk gel, çabuk!”

Bununla kalsa iyi, paketlerden çıkanlara dudak bükerek bakar, “Kız bu beceriksizlikle bir gün madalya takacaklar sana valla,” deyip gülümsemesini kahkahayla noktalardı. Daha bir gün ağzından, güle güle kullan çıkmamıştı. Her şerde bir hayır vardır derler ya, iki sene önceki pandemi sayesinde internetten alışverişe alıştığından bu yana artık o beceriksizliğinden eser kalmamıştı. Tam da bu yüzden annesinin öldüğüne üzülüyordu bazen.

Kat ettiği aşamayı görmesini çok isterdi.

Kadının bakıma muhtaç, yatalak zamanlarında bile kendisine davranışları hiç

değişmemişti. Geçirdiği inmeyle fabrika ayarlarına dönen beyninde sadece Süheyla’yla ilgili bölümü zarar görmemişti. Öldüğü ana kadar yaptığı hiçbir şeyi beğendirip onu memnun edememişti. Şimdi de sanki kapıya yaslanmış, ayaklarına bakıyordu. Tövbe bismillah, kadının ölüsü bile yetiyor, nereden aklına gelmişti durduk yere Menşure Hanım. “Ay allasen çekil başımdan anne, öldün gittin, bırakmadın yakamı!”

Doğruldu, ayakkabıları üzerinde şöyle bir yaylandı. Asansörü çağırıp aynasında önden, yandan, arkadan duruşuna baktı. Gece boyunca kafasında dolanıp duran 'almasa mıydım, gereksiz miydi, çok para ödedim değer miydi', düşünceleriyle boğuştuğuna üzüldü. Huyuydu, her alışverişten sonra aynı pişmanlığı yaşar, günlerce gereksizlik duygusuyla boğuştuktan sonra ancak memnun olurdu ama bu kez öyle olmayacaktı, duruşu bile şahaneydi bunların.

Ne kadar hafif, ayak bileğimi nasıl da kavradı, bebek ayakkabıları gibi destekleyici sahiden. Bununla daha güvenli yürüyeceğim bir gerçek. Ayyy, vallahi bedenim dengesini buldu, hakkında yazılanlar doğru, adamlar işi biliyorlar, her spora göre uygun giyinmek şart anacım.

Emindi artık, bunlar sayesinde hızı kendiliğinden artacak, uçar gibi süzülecekti. Asansöre binmedi, merdivenlerden inmeye başladı. Ayyy, sahiden çok farklıydı! Yürüyor muydu, süzülüyor muydu yoksa uçuyor muydu belli değildi.

Bir genç kız gibi sekerek merdivenden indi, dışarı çıkıp sitedeki spor parkına doğru yürümeye başladı. Tam parkın girişine gelmişti ki belinde bir sızı hissetti. "Hayır, sakın, sakın..." diye itiraz ederek durdu. Annesi öldüğünden bu yana geçen iki sene boyunca kendini göstermeyen bel ağrısı, kuyruk sokumundan yukarıya doğru yürümeye başlamıştı. Geliş yönüne bakılırsa birazdan kilitlenecek, değil adım atmak nefes bile alamayacaktı.

Olduğu yerde dimdik bekledi bir süre, sonra vücudunu hafifleştirerek yürümesini kolaylaştıracak özel spor ayakkabılarıyla bir adım attı. Olmadı. Ayağına kum torbaları bağlıydı sanki. Zorladı. Olmadı. Diğer ayağını denedi. Yine olmadı. Üstelik bu çabaları sonucunda ağrı iyice yükselip belinin orta yerinden sırtına yayılmaya başladı.

Gözünde şimşekler çaktı. "Offf! Gittiğin yerde rahat etme anne, dengemi bozdun sabah sabah." İki sene boyunca yatır, kaldır, temizle, yürüt, derken sakatlamıştı belini. Sadece bel mi? Omur kemiklerinde çatlama, omuz kaslarında yırtılma, karpal tünel sendromu, say sayabildiğin kadar. Doktorun biri, bunlar kadınların farkına varmadıkları iş kazaları, demişti.

Annesinin mirasıydı bu iş kazaları.

Allah'ım, bugün bunu hatırlatmanın zamanı mıydı? Tam on bin adımı bir saatten daha az zamanda yürümeye bu kadar yaklaşmışken, şu melun mirasa teslim olmamalıydı. Sırtını dikleştirdi, gözlerini ileri dikti… Onları yeniden açtığında kendini, sedye üzerinde acıyla inleyen insanlar arasında buldu.

“Hocam hasta gözlerini açtı.”

“Geliyorum.”

Gencecik bir kadın eğilip sağını solunu kontrol etti.

“Başınızı oynatmadan parmağımı takip edin bakalım,” dedi.

Şaşkın şaşkın denileni yaptı. Doğrulup kalkmaya çalışırken gözlerinde yıldızlar uçuştu, "Ayy," diye feryat edip sırtüstü düştü yine.

“Ne yapıyorsunuz? Kalkamazsınız!” diyen doktor, hemşireye dönüp “MR'ına bakalım bir, bir de tam kan sayımı,” direktifini verince hastane içindeki yolculuğu başladı. Kan alımı, sedye üzerinde yapayalnız, üşüyerek saatlerce süren bekleyiş sonunda MR çekimi derken, ayaklarının çıplak olduğunu fark etti. Beyninden vurulmuşa döndü.

“Ayakkabım!”

Doğrulup kalkacaktı ki beline saplanan bıçak izin vermedi. Acısı bütün vücudunu alt üst etti, gözleri karardı, her şey silindi yeniden. Kendine geldiğinde, sesine koşup gelen hemşire kızgındı.

“Hanımefendi rahat dursanıza. Çok ciddi bir bel sorunu yaşıyorsunuz fark etmediniz mi?”

“Ama ayağımda yok ki, kaybolmuş, yeni almıştım, ilk giyişimdi, ne kadar para verdim biliyor musunuz? Getirin ayakkabımı!” diye karşı atağa geçti.

“Hanım hanım! Durumunuzun sorumlusu o ayakkabı. Nereden buldunuz onları? Hatalı ürün onlar. Piyasadan toplatıldı. Siz bu şekilde buraya gelen kaçıncı hastasınız haberiniz var mı? Bırakın şimdi bunları da kendi derdinize bakın!”

Kulaklarına inanamadı. Hatta gözlerine de. Annesi o alaycı gülüşüyle hemşirenin yanında kendisine bakıyordu.

“Sana madalya takacaklar demiştim, inanmamıştın.”

“Yeter!”

Doğrulmaya çalışırken gözünde uçuşan yıldızlarla birlikte karanlık bir kuyuya

yuvarlanmaya başladı. Annesinin sesi de onu takip ediyordu.

“Şahande Hanım, bu kız hep böyledir; bir şey almayı beceremez.

Sülbiye Yıldırım

23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Konurkaya

Comments


bottom of page