Ev İdaresi Kabahatler Kanunu
- Sibel KARACA
- 12 Nis
- 3 dakikada okunur

Yaptığım hiçbir işe saygı duymamışım bugüne kadar. Emeğime nankörlük, sebatıma ihanet etmişim. Yooo, beni öyle emek düşmanı sanmayın. Kendime öyleymişim ben, kendime. Harcadığım mesai, uğraşmam, didinmem, yaratmam; hepsinin doğal şeyler olduğunu zannedermişim. Benim yaradılışımdan gelen hayatımın en en doğal akışı. Öyle gördüm, öyle yetiştirildim. Kıymet vermediğim emeklerim beni cezalandırdığında anladım bunu, kabahatlerim bini aştığında, ucuz emeğimin pahalı bedellerinde.
Kendini takdir etmesini, kendini satmasını bilmeyenin emeğini kim niye görsün? Gözüne gözüne sokmak istediğim o kadar çok şey vardı ki... Yemek, emek ister. Ütü, çamaşır, bulaşık, temizlik, alışveriş... Hepsi birer mesai, vakit ayırdığın bir çaba değil mi?
Ah zavallı kendim! Maymun gibi kolların uzaya uzaya taşıdığın market poşetleri ile eve girdiğinde “Aferin kız! Beşerden on kilo taaaa nerelerden taşıdın, bir kahveyi hak ettin," dedin mi hiç? Yok.
Ya akşam yemeğinden sonra... Karmakarışık bırakılmış sofrada her biri bir yana kaçmış aile üyelerinden birisi “Annemmm, sen geç içeri ben toplarım masayı," ya da "Sen seversin bir kahve yapayım sana, şöyle bol köpüklü," dedi mi? Yok. Bekleye dur sen kahveyi. Senin naturanda sabah kahvesi var. Self servis canım. Yemek artıkları ile kurduğun duygusal bağa acilen son ver, duydun içerden gelen zilin sesini :
“Çay demlenmedi mi hâlâââ?”
“Azıcık daha demini alsın, hemen getiriyorum.”
Hemen ne getiriyorsun? Masa toplanacak, bulaşıklar makineye yerleştirilecek (Makineye kocaman bir alkış bu arada, Allah seni başımdan eksik etmesin.), mısır patlatılacak, küçüğe meyve soyulacak. Ders çalışıyor yavrum, üçüncü senesi inşallah bir yerlere kapağı atacak.
Büyük duşa girdi, e, o da yorgun tabii işten geldi. Saçını başını yapacak, ojesini sürecek, sütlü kahve ister. Yorgunluğunu alıyormuş. Adam desen o da yorgun geldi, yemeği yiyince de televizyon karşısında mayışması gayet doğal. Bir çayı da çok görmemek lazım.
“Tatlı yok mu, tatlııııı?”
Allah seni ne etsin kadın. Tatlı yok, iyi mi? Utana sıkıla ev idaresi kabahatlar kanununun bilmem kaçıncı maddesi gereği baş önde “Yok". Asılır tabii adamın suratı. Kaç, kaç git, çamaşırları topla bari. Dizi de başlamak üzere amaaaann yarın tekrarını seyredersin. Ertele, ertele onu da ertele. Aslındaaaa hemen şuracıkta ütü yapıversem cep telefonundan da açsam şöyle romantik bir film.
“Gündüz çuvala mı girdi?"
Doğru, gündüz var çuvalda falan da değil. Hem doğum günümde alınan robot süpürge ile işim daha da azaldı. Ya da herkes yatsın ondan sonra yaparım, kimsenin bilmediği keyfim olan bol köpüklü akşam kahvemi içtikten sonra. Nedense uzun zamandır bir değişik bir enteresan hissediyorum kendimi. Her şey yolunda rolü üzerime bir beden büyük gelmeye başladı sanki. Sanki ince bir buz tabakasının üzerinde yürüyorum. Öyle korkak, öyle dikkatli, öyle işte ne bileyim. Çok mu söylenmeye başladım ne? Yorgun muyum, bıkkın mıyım, yaşlandım mı yoksa yeni katıldığım gurubun yan etkileri mi bütün bunlar?
Haftada bir oyun günü. Oyun dediğime bakmayın, tabu oynuyoruz. Uzun zamandır bu kadar gülüp eğlendiğimi hatırlamıyorum. Ayda bir gün de kitap okuma günümüz var. Ama öyle çok kalın kitapları seçmiyoruz şimdilik. Okuyabildiğimi okuyorum iştahla. Okuyamadığımda da kimse bir şey demiyor. Neler kaçırmışım, neler? Aklım hayalim durdu. Evdekiler altın günü sanıyor anlamasınlar diye kısır, börek, kek falan yapıveriyorum sıra bende olduğunda. Anlamasınlar istiyorum çünkü çekiniyorum, duymak istemediğim şeyler söyleyeceklerini biliyorum. "İşin mi yok, bu yaşta? Yok artık daha neler koca kadınlar…"
'Elinizin körü' diyemeyeceğime göre bilmesinler daha iyi.
Lambaderin ışığı altında kahve ve gözyaşı ne iyi geldi. Telefonun yanıp sönen ışığı, kızların sohbeti başlattığını haber veriyor lakin hiç laf yetiştiresim yok. Camdan yansıyan aksime gülümsüyorum. Dünden beri fark edilmeyen muhtemelen yarın sabah da fark edilmeyecek kulak hizasında kestirdiğim kızıl saçlarım… Sarı, soluk gösteriyordu iyi oldu hem kırıklar tümden temizlendi. Bulutlar, camları bugün sildiğimi çabuk muştulamış. Serin cama dayıyorum alnımı. Seviyorum bu saatleri. Boğaz Köprüsü on dakika, Fatih Sultan Mehmet
Köprüsü on üç dakika, Kadıköy altı dakika yazıları yeşil yeşil yanıp sönüyor. Trafik olursa kırmızıya dönüyorlar. Kendimi bu ara kırmızı neon tabela gibi hissediyorum. Sıkışık hem de çok. Benim kaç dakikam kaldı kendime? Elimdeki fincanımı lavaboda sudan geçiriyorum.
Bulaşık makinesi durmuş. Sessizce yerlerine yerleştiriyorum. Üzerlerinde kahve, şeker, tuz, çay yazılı kavanozları kontrol ediyorum eksikleri doldururken bir hizada olmalarına özen gösteriyorum. Her şey yerli yerinde, sarı bez özenle serildi evyenin kenarına. Kapı girişinde ayaklı askılığın arkasına ittirilmiş deprem çantası. Her girişlerinde illa birinin ittirip kaktırdığı çoğu kez ay bu da burada ayak altında diye azar işiten küçük seyahat valizi. Uzanıp alıyorum.
Evdekiler seni deprem çantası sanıyorlar. Bir yerde doğru ama hangi depremin. Pardösümü giyiyorum usulcacık. Kol çantamı çapraz takarken içindeki anahtarları yavaşça duvara çakılmış ev şeklindeki anahtarlığın penceresine asıyorum. Gelecek günlerin, giden günlerime benzemesini istemiyorum.
Deprem çantamı alıyorum, artık ev idaresi yöntemlerimin tedavülden kalktığı evimden çıkıyorum. Sensörlü lamba beni görünce ışıldıyor, asansörün katta olduğunu söylüyor.
Döner miyim ? Bilmiyorum. Ardımda nasıl bir anı bırakacağıma bağlı.
Sibel KARACA
Commentaires