Çocukları okula bıraktıktan sonra biraz yürüdüm. Burnum bu caddenin kokusuna o kadar alışmış ki hani evinize girince hep aynı kokar ya, işte öyle kokuyor bana. Kuğuları tek tek seçer gözlerim, caddedeki bütün kedilerin huylarını bilirim. Hangi dükkân değişmiş hangisi yıllardır aynı, hepsi aklımda. Bu semtin ara sokakları bana her zaman heyecan verir ama sıradan bir heyecan değil, sanki gözleri ilk kez gören bir âmâ gibi ya da bir bebeğin ilk adımlarına şahit olur gibi.
Gerçi sadece sokaklar heyecanlandırmaz beni; bir taşın içinden çıkan yeşillik, ağacın dalında yeni açmış bir çiçek ya da eski zamandan kalma bir bina bile kocaman bir çığlık atmama yeter de artar bile. Binaların ruhu olduğuna inanırım, öyle çok şey anlatıyorlar ki duysanız siz de şaşırırsınız. Ara sokaklara girince ayaklarım beni hep aynı yere götürür: düş yeşili, iki katlı bir ev; bahçesinde bina boyunca uzanan devasa bir Kafkas ıhlamuru. Bu kapının önü bana hep bir devrimci gibi hissettirir; otoriteye başkaldıran, burnu düşse yerden almayan, dirençli ve sağlam ama bir o kadar da kırılgan.
Evin eski sahibesi Sevgi Soysal’ın ruhu o kadar derin işlemiş ki buraya her geldiğimde bir güç geliyor bana. Omuzlarım dikleşiyor iki kanatlı kırmızı kapıdan içeriye girerken. Dar sayılmayan holden geçerken dudaklarımda bir tebessüm beliriyor. Nerede olursa olsun, içindeki boşluğu dolduramayan kadınların hepsi tıpkı böyle tebessüm eder. Mozaik merdivenlerin başında Sevgi Hanım’ın eski aşk hikâyeleri gözümün önünden geçiyor. On dokuz yaşında evlenmek için ölümü göze aldığı ilk aşkından, otuzunda “BOĞULUYORUM” diye bahsetmiş yakın arkadaşı Adalet Hanım'a.
Aşk ne tuhaf bir şey değil mi? Önce her şeyi göze alıyor insan, sonra aldığı sorumlulukların altında eziliyor, yalnız kalıyor, boğuluyor. Nefes alamaz hâle gelip en yakın arkadaşına koşuyor ama çare olmuyor. Başka bir aşkta derman arıyor. Aslında derdi aşk değil; içindeki derin boşluğu doldurmak. Bu duyguyu iyi bilirim, ama eskiden böyle cesurca söyleyemezdim.
Sevgi Hanım, yavrusunu yanına alıp başka bir sevdaya yelken açıyor ama boşluk yine tam dolmuyor. Sonra Mümtaz Bey’le tanışıyor. Çok geçmeden Mümtaz Bey içeri alınıyor; malum, sıkıntılı zamanlar, herkes bir içerde bir dışarda. Sevgi Hanım eli kolu bağlı durur mu? Tabii ki durmuyor, hapishanede yeni büyük aşkının karısı oluyor. Ne büyük çılgınlık! İnsan, yapbozunu tamamlamak için neleri göze alıyor.
Ahşap, beyaz kapının önüne gelince zile basmak istiyor insan. Belki o açar kapıyı, diye umut ediyor. Ama açmayınca, ben kendim açıyorum kapıyı. Dar bir hol burası, acaba onlar yaşarken vestiyer sığmış mıydı buraya? O kocaman salona girince insanın içini huzur kaplıyor. Merdivenlerin devamı gibi mozaikten zemin, bana çocukluğumu hatırlatıyor. Kocaman, kırmızı pencereler… Sahi, Sevgi Hanım bu camları nasıl siliyordu? Acaba silerken Mümtaz Bey’e söyleniyor muydu? Yoksa bir yardımcı mı edinmişti kendine? Sonuçta iki katlı, iki kanatlı, koca koca pencereler…
Sabah kahvesini minik balkonda mı içiyorlardı yoksa salonun diğer tarafındaki büyük bahçede mi? Oğlu Korkut evden gitmek zorunda kaldığında hayal kırıklığını hangi odada yaşamıştı acaba? Kızları görmesin diye hangi odada silmişti gözyaşlarını? “Benim değerli yakınlığım, koparılamazlığım” dediği aşkı, hayal kırıklığına dönüştüğünde balkondan sokağa bakıp iç geçirmiş miydi acaba? Bahçedeki ağaca fısıldamış mıydı “boğuluyorum” diye?
Aşk dediğimiz şey neden hep hüsranla sonuçlanıyor? Neden gözlerimizle kabul edildiğimiz yürekte, benliğimizle devam edemiyoruz? Neden hep en kıymetlilerimizi feda etmek zorunda kalıyoruz? Anne olunca devrimci olamıyormuş insan, adeta statükocuya dönüşüyormuş, mevcut durumu korumak için. “Yürümek” romanının ilk satırı, bu evin neresinde gelmişti Sevgi Hanım’ın aklına? Hangi odada “Ben içimi öldüremem çünkü içim prensestir,” cümlesiyle tezat düşmüştü kendisine?
Her kadın bir gün öldürür içini, sonra yeniden doğurur kendisini taştan bir kalple. Daha güçlü, daha dayanıklı, daha umursamaz. O, kendini yeniden doğururken bir hastalığın pençesinde, başka bir ülkede evini özlemiş midir? Mümtaz Bey, onu üzdüğü için pişman olmuş mudur? Sanmam. Erkekler hep haklı görür kendilerini, kırdıysa da ağlattıysa da bir gerekçesi vardır.
Her erkek, kendisine âşık olan kadının içini öldürür mü? Yıllardır bu sorunun içinden çıkamıyorum ve sanırım hiç çıkamayacağım. Şimdi veda zamanı. Bu güzel ruhlu evden ayrılıp tüm kadınlar gibi gözyaşlarımı saklayarak çocuklarımı almaya gideceğim. Yüzyıllardır olduğu gibi… Annem gibi... Ama o okula hiç gelmezdi, hep yanımdaydı ama gözü beni hiç görmezdi. Ki ben saçlarımı bile annemin tersi yöne ayırırdım. Sonunda nasıl aynı olduk onunla? Sanırım haklılar: Annelerin kaderi kızlarına... Merdivenlerden inerken adımlarım yavaşlıyor.
“Boğuluyorum Adalet, duyuyor musun? Ben de boğuluyorum.”
Arzu Buse ERASLAN
Comments