Hayatımın en uzun günüydü…
Sınırdan girmiş. “Öğleden sonra varırım,” demiş. “Sağ salim gelir inşallah!” dedi nenem. “İnşallah nene inşallah…”
Bir türlü öğlen olmadı. Sonra öğlen oldu, bu vakitten sonrası daha zor geçti. İkindi ezanı da okundu. “Keşke hava kararmadan gelse… Komşular balkonda, arkadaşlarım sokaktayken…”
Annem bütün gün yemek yaptı. Sulu köfte mi istersin, tavuklu pilav mı? Karnıyarık mı istersin, kabak dolması mı? Tandırda gözleme pişirdi. Kıymalı, patatesli, peynirli, ıspanaklı… Gözlemelerin ikisi yandı. Eskiden olsa nenem öfkeyle yumruğunu dizine vururdu ama bugün güldü. Biz de güldük. Zaten o gün her şeye güldük. Hülya, olur olmaz ağladığında annemin başı ağrımadı. Buna da güldük.
Mutfağa sığmayan yemekleri sarıp somyaların altına dizdik. “Bunların hepsini yersek kaç kilo oluruz anne?” dedim. Ona da güldük.
“Babam bize bebek almış,” dedim kediyle oynayan Hülya’ya. Sevindi, ellerini çırptı. Nenem para verdi. “Aliye kız, git bakkaldan lokum, püskevit al. Baban gelince dağıtırız,” dedi. Koştum hemen.
Gelsin de bakkala babamla gideceğim bir daha. Yıldız babasının elinden tutardı bakkala giderken. Babası Yıldız’a horoz şeker alırdı. Ben de elinden tutup gidecektim. Horoz şeker alacaktım. Annem aldıydı önceki hafta, dişlerim yapış yapış oldu, sevmedim. Of, yine bakkaldalar. Babası onu kaldırdı tezgâhın üstüne doğru, Yıldız hop diye seçti istediği renk şekeri. “Benim de babam var,” dedim Yıldız’a, “hem de kocaman.” Babası bana da horoz şeker aldı. İstemedim. “Bana bebek getirecek,” dedim. Yıldız inanmıyormuş gibi gıcık gıcık baktı bana, omzunu silkti. “İnanmazsan inanma, gelince görürsün.”
Hiç oyalanmadan döndüm eve. Koşarken terliğim iki kere ayağımdan çıktı.
Bugün pazar değildi ama hepimiz banyo yaptık, ben bayramlığımı giydim. Annemin gözleri uzun süre saatte takılı kaldı, parmaklarını saya saya hesap yaptı birkaç kez. Nenemle bakıştılar. Nenem fısır fısır dualar etti. Gün akşama döndü.
Kapının önünde bir araba durdu. Kornaya basıldı; iki kısa bir uzun… Annem, nenem, Hülya ve kedi hep beraber avluyu geçip demir kapıdan sokağa fırladık. Bastonsuz adım atamayan nenem, bastonunu unutmuş koşuyordu. Babam inene dek kardeşim ve kediyle arabanın etrafında iki tur dönmüştük bile.
Arabadan indi. Gözleriyle bize baksa da önce nenemin elini öptü. O da ağlayarak sarıldı babama. “Şükür kavuşturana yavrum!” dedi. “Şükür kavuşturana anne…”
Annemin omzunu okşadı, annem de pullu beyaz yaşmağının ucuyla gözlerini sildi. Kardeşim babamı ilk kez görüyordu. Olduğu yerde duramıyor, zıplıyor, babam bakınca da arkama saklanıyordu. Babam beni tutup hoplattı havada, sonra sarıldı, koklayarak öptü. Bıyıkları gıdıkladı boynumu. Bebek getirmiş miydi acaba? Geçen uçaklarla gönderdiğim selamımı almış mıydı? Sorsam annem kızar mıydı? Komşular balkonlardan, tül perdelerin arasından bakıyorlar, oh!
Babam Hülya’ya doğru eğildiğinde o kaçtı, nenemin kucağına saklandı. Sonra elleriyle gözlerini kapayıp, “Bebek,” diye bağırdı. “Aldım,” dedi babam “hem de senin kadar. Arabanın üstündeki valizde.” Rüya mıydı bunlar gerçek mi? Rüyaysa gerçek gibiydi, gerçekse rüya gibi. Çılgına döndük. Ben ve Hülya “Be-bek… Be-bek…” diye bir tempo tutturup bağıra çağıra arabanın etrafında dönmeye başladık. Kedi de peşimizde koşturuyor, bazen daha da heyecanlanıp arabanın üstünden dolaşıyordu.
Annem “Susun,” dedi gülerek, “babanız üç gündür yolda. Bir dinlensin hele, karnını doyursun.” Hiç dinlemedik bu sefer annemi. Sokaktaki diğer çocuklar da bizimle bağırıp arabanın etrafında dönmeye başladı. Şamata gittikçe büyüyor, arabanın etrafında bir toz bulutu havalanıyor, Yıldız karşıdan bize bakıyordu.
Aralarından sıyrılıp, ellerini beline dayamış babamın kocaman, nasırlı, sıcak elini tuttum. Beni okşasın, sarılsın istedim. “Okumayı öğrendim ben,” dedim “pekiyle geçtim.” “Aferin kızıma!” dedi sarıldı bana. Boynuna doladım kollarımı. Babamın omzunun üzerinden gülerek Yıldız’a baktım.
Elif DİRİCAN
Comments