"Bu kepenkleri yağlamak lazım artık oğlum; her sabah mahalleyi ayağa kaldırıyor. Hadi, sen iki çay kap gel kahveden, Bedri abiyle şu sabahın tadını çıkaralım, müşteri gelmeden," dedim. Gözlerim alışkanlıkla, günün ilk ışıklarıyla hareketlenen mahallede geziniyor, yılların getirdiği tanıdık manzaraya bir yenisini ekliyordum.
Bedri abi dudaklarında hafif bir gülümsemeyle gözlerini biraz daha kısıp köşedeki hareketliliğe baktı: "Allah, Allah... Manavın üstündeki eve eşya geliyor. Kim taşınacak acaba Çakal Rahmi’nin evine?"
"Kiracı gelecek dediler ama kim inan, bilmiyorum."
"Epeydir boştu. Hayırlı biri çıkar inşallah," dedim içimden geçeni paylaşarak. Kaderin oyunlarına alışmıştık ama her yeni taşınan, mahalleye hem yeni bir umut hem de hafif bir kaygı getirirdi.
Bedri abi düşünceli bir ifadeyle başını salladı. "Senin şu eski müşteriyi hatırladım da… Hani şu bir gece ansızın eşyasını toplayıp giden. Şaşırmıştım gidişine," dedi. Gözlerinde geçmişin izleri vardı, sesinde de o eski günlerin alışılmış hüznü. Yıllardır aynı mahallede yaşayınca, her müşteri biraz tanıdık, her ayrılık biraz buruk oluyordu.
"İnşallah, hayırlısı diyelim. Hadi sen müşterine bak, mesain erken başladı. Çayı sonra içeriz. Hayırlı işler," deyip kalktı Bedri abi.
"Sağ ol abi."
"Hoş geldin Salih, sinek kaydı yapıyorum, her zamanki gibi."
"Olur abi."
Tam tıraşa başlamıştım ki gözüm karşıdaki balkona takıldı. Sapsarı saçlarını güneşte parlatmış, mahalleyi seyreden bir siluet gördüm. Bir an için donup kaldım, o kadar ki adını anmadan edemedim: "Süheyla." Müşteri şaşkınlıkla başını kaldırdı, "Ne dedin abi?" diye sordu ama ben çoktan o eski anılara dalmıştım bile.
Ah be Süheyla… Güzel kadındı, çok güzeldi. O sokağa çıktığında bütün esnaf camlara yapışır, her hareketini izlerdi. Bir seferinde bir damadın yüzünü iki yerinden kesmiştim; zavallı çocuk kendi düğününe hafif yaralı katılmıştı, o kadar dağılmıştım onu düşünürken.
Yağmurun altında uzun sarı saçlarından damlalar bırakarak yürürdü. Dudaklarının kenarı kulaklarına yaklaşınca yerlere yapraklar döke saça giderdi. Ardından biriktirip avuçlarıma, doya doya koklardım. Ayakları yere değmeden, telaşlı, mahmur koşardı önümden; köşe başında bekleyen, o kimseyi görmeyince kimsenin de onu görmediğini düşünen sevimsiz adama. Bütün esnaf gülerdi, ben ise içimden ağız dolusu söverdim. Bir kere 'Günaydın,' dedi bana, düşürdüğü şalı sorarken. Kaç yıl geçmiş, ne bir 'günaydın' ne bir 'iyi günler'. Bu kadar basitleşmiş insan kalıbı, harfler bileşenine bile hasret kalır mı insan? Kalıyormuş işte, 'başkasının günaydını' olunca kalıyormuş.
Bir gün yine yağmurun ferahlığına doldura doldura salınıyordu sokağın ortasında. Sanırsın cennetin en güzel manzarasını izlemekteydim. Derken o zırtapoz belirdi, eline yapıştı pençeleriyle. Kalbim haviyenin tam orta yerine düştü. Bakkalın çırağı anlattı. "Önce kız isteme, sonra aile arasında nişan... Düğün yazaymış," dediler. O adama koşarken hep aceleciydin. Derdin neydi, güzelim?
İyi dedim. Daha mevsim sonbahar, yaza çok yağmur var. Birkaç kez beti benzi soluk gördüm. Bir derdi vardı, belliydi. Yanına gitmek istedim ama yapamadım. Yüreğimin ortasında bir yumru, yumrunun içinde bir bitmeyen aşk, bir sevimsiz nişanlı, bir papatya kokulu şal. Yağmurlara sığındım, "Bitmeyen yağmurdan ümit kesilmez," dedim. Ama öyle olmadı. Yazı beklemedi; söylenene göre gebeymiş. Bir nikahla gitti gözümün önünden, sağanak yağmurla beraber. Yüreğimin ortasında bir ağrı. Ağrının içinde bir ümitsiz aşk, bir serseri koca, bir doğmamış bebek, bir papatya kokulu şal. Zaman geçti, mahallede dedikodular ateş gibi yandı ama Süheyla'dan ne bir ses, ne bir nefes. O hayal gençlik belleğimde kapalı bir yara olarak kalmıştı.
Mahalleye yeni gelen bir hikâyeyle Süheyla’nın hayaleti yeniden canlandı. Dedikodulara göre, o serseri Süheyla’nın üstüne gonca gül koklamış, sonra da onu boşayıp çocuğuyla ortada bırakmış. Çakal Rahmi fırsatı kaçırır mı? Nereden haber aldıysa almış, güzelim Süheyla’yı metres tutmuş. Yavrusunu yuvaya koymuş, dünyalar onun olmuş. Meğer Rahmi turnayı gözünden vurmuş, bir zamanların sokağı titreten kızını kendine mahkûm etmiş. Bu dedikodunun üstünden tam on yıl geçmiş.
Gözüm bazen istemsizce o balkona kayar, kendi kendime sorardım: "Acaba Süheyla yaşlanmış mı, yorulmuş mu?" diye. Sarı saçları aynı ama rengi solmuş gibi, yüzünde o eski canlılıktan eser yok. Gözleri ise hâlâ onun gözleri ama içleri boş, fersiz. O hayat dolu kız, senelerce pencerede dalgın, yarı nefessiz, bir hayalet gibi durdu. Rahmi’nin gelişi bile acıklı bir tiyatro oyununa döndü zamanla. Adam her seferinde gururla arabadan iniyor, sanki dünya Süheyla’ya yaptığı eziyetle gurur duyuyormuş gibi. Utanmasa sokakta soyunacak. Bazen tıraşa başlarken girer, saç bitmeden çıkardı. Ne ara giriyor, ne ara çıkıyor, anlamıyordum. Bu kadarına nasıl katlandığını düşündükçe içim sıkışıyordu.
Süheyla, yıllarca evden hiç çıkmadı. Arada bir manava sepet sarkıtır, bakkalın çırağı sipariş götürürdü. Hayat, onun için sadece kapalı bir daire, içinde sıkışıp kaldığı bir oyun hâline gelmişti. Süheyla’nın hayatı dedikoduların arasında kaybolup gitmişti.
Rahmi arada eli kolu dolu gelir, uzun kalırdı. Işıkların uzun yanmasından anlardım. Herhalde kadına sofralar kurdurur, kendini eğlendirirdi. Ama ışıkların uzun yandığı o akşamların sayısı beşi geçmedi. Derken, üç gece üst üste ışıklar sönmedi; apartmandan ağır bir koku yayılmaya başlayınca komşuların şüpheleri arttı ve en sonunda polise haber verildi. Çakal Rahmi, ne aradı ne geldi. Muhtemelen başka bir kadının koynundaydı. Süheyla’nın kalbi dayanmamış dediler, belki de doğrudur; o kadar ızdıraba bir ömür dayanmazdı zaten.
Herkes kocaman seslerle yargıladı onu ama bence kolay değildi onun yaşadıkları. Gençliği bir odada kapalı, dört duvar arasında, yavrusundan uzakta geçti. Tamam, hata yaptı ama belli ki çaresizdi. Şimdi o balkon bomboş, pencerede kimse yok. Yüreğimin yükü çok ağır, papatya kokulum. Geriye bir imkânsız aşk, bir papatya kokusuz şal, bir tahtadan mezar taşı kaldı. Hoşça kal, 'başkasının günaydını'. Hoşça kal.
Arzu Buse ERASLAN
コメント