Çay ocağının kapısı gıcırtıyla kapandı. Koridor ışıklarından ikisi söndü. Evlerinin yolunu tutan yorgun memurların ayak seslerini dinledi Serra. Odadaki kettleı çalıştırdı. Masasının altındaki çekmeceyi açtı. Çekmeceden çıkardığı kutuda dizili bitki çaylarından birini seçti. Kupanın içine sallandırdı. Çekmecenin iç kısımlarına gezdirdi elini. Ulaştığı gofreti de özenle açtı. Kaynar su, poşet sarkıtılmış bardağı yeşile boyadı. Yüzüğünü parmağından çıkardı, masada tam karşısına aldı. Ne büyük yalnızlıklar vardı! Şaibe Molla’nın gizemli günlüğüne devam etme zamanıydı.
"Keşke," diyordu başlıkta. "Keşke günlük. Keşke daha az korksaydım bir şeylerden. Kimin ne diyeceğinden misal. Nasıl bakacağından bana. Beğenilmemekten, dışlanmaktan, öteki görülmekten daha az korksaydım. Küçüklükten beridir bir korku olmasaydı üstümde. O zaman belki tutardım onun elinden, giderdim. Kuyuçukurlu Şaibe olurdum. Belki daha mutlu olurdum. Belki mi? Daha mutlu olurdum günlük. Babam iki gün kızar, anam iki gün ağlardı. Ama ben hep dünya yıkılacak sandım düzenini bozarsam. Yer gök inleyecekti sanki. Yeryüzündeki bütün felaketleri ben çıkarmış olacaktım. Çıkarmadım hiçbir felaket. Bana denileni yaptım günlük. İçimdeki tüm heyecanları gömdüm, gömdüm, gömdüm… Bir dünya kurdum kendime. Bunu bile çok gördüler. Kitaplarımı bile garipsediler. 'Şaibe bir değişiktir,' dediler. 'Siz ezbere konuşuyor, ezbere yaşıyorsunuz,' diyemedim. Yine kendimi hakir, onları vakur gördüm. Keşke günlük keşke... Keşke içimde kendimi her an küçümsemeye alışmış o şey, adı her neyse hiç olmasaydı. Ama tahammülüm hiç yok bu günlerde ya! 'Hadi,' diyorum 'hadi biri bir şey desin de cevap veriyim. Hadi biri el uzatsın da en çılgınca şeyi yapıyım.' Yılların öcünü alasım var günlük. Sığamıyorum bu günlerde hiçbir yere. İçimde tüm keşkelerim birlik olmuş isyan ediyor sanki. Eski Şaibe’yi ele geçiriyor. Keşke günlük keşke daha erken başlasaydı bu deli isyan…
Sayfayı çevirdi Serra. “O gün geldi,” yazıyordu koca bir başlıkta.
O gün geldi günlük. Tekrar kavuştum onunla. O sıska cılız çocuk... Kapının önündeydi. Yine diyemedim kime benzettiğimi, kiminle kavuştuğumu ve içimdeki isyanı. Ama konuştum. Daha uzun konuştum. Ödevi varmış: Madam Bovary. 'Ben de okudum,' dedim. 'Aslında bende çok kitap var, gelsene,' dedim 'seç, istediğini al.' Çekindi tabii. Zaten mesai saatiymiş. 'Müsait zamanında gel çocuğum,' dedim. 'Çekinme. Ben de senin bir teyzen sayılırım.'
Çekti gitti... Ben ne yaptım günlük? Bir şey yapmadım ki! Kitap vereceğim, iki kelam edeceğim. 'Ona' bakıp 'onu' hatırlayacağım. Farklı bir zamanda, farklı bir gözde onu bulacağım. Benim içimde kötülük yok günlük. İki kelam etmekte kötülük olur mu? Seni anlayacağını düşündüğün bir gözden medet ummak benimkisi…. Gelir mi ki günlük? Mesela dedim yarın evdeyim…"
Bitki çayını yudumladı Serra. Çikolatalı gofretin kırıntısı günlük fotokopisinin üstüne düştü. Kağıdın üstünden topladığı kırıntıları parmağı ile ağzına götürdü. Çikolata lekesi olmuş sayfayı çevirdi.
"Gelmedi," yazıyordu. "Gelmedi günlük. Çekinmiştir korkmuştur belki de. Ne işi var! Bir de gören olsa. Yok canım kim ne diyecek. Elli beş yaşında Şaibe! Sanki eve ilk defa başka erkek giriyor. Niyetim başka diye mi bu evham? Yapma Şaibe! İki kelamdan ne kötü niyet çıkar. Çocuğun yaşında, çocuklarından küçük bir delikanlı! Benzettiysen ona ne kötülük var bunda!
Ah bu şehir öyle hâle getirdi ki beni! Hem bu şehir hem de o korkak Şaibe. Biri bir şey der kıyametler kopar diye bir türlü Şaibe olamayan o Şaibe. Keşkelerim var ya günlük... Bir de elimde olmayan keşkeler var. Misal keşke burada doğmasaydım. Kuyuşehir'de. Kimin ne yaptığının diğerinin daha az meselesi olduğu bir memlekette doğsaydım misal. Misal bir Ege kasabasında. Rüzgârı ılık esen bir köyde. Deniz kokusu vuran bir kıyıda. Geceyle gündüzün bu kadar farklı olmadığı bir memlekette. İnsanlarının gerçekten gülebildiği bir yerde. 'Bir Kuyuşehir de mi var bütün fitne fesat kötülükler,' deme günlük! Vardır elbet her yerde. Ama burası… Başka yerde yaşamadım, bilemem ama burası… Bir ben demiyorum ki günlük!
Buraya kim gelse yaşlandı misal. Yaş almadı, yaşlandı. Rüzgârı sert esti, güneşi yaktı. Bunlarda değil kabahat tabii. İnsanlarında... Erkeklerinde… Kadınlarında… Bak benimkine mesela. Koskoca Adnan Molla’ya! Koskoca… Koskoca ama bilmez hiçbir şey. Ezbere yaşar, ezbere konuşur gider. İki dükkân, iki arsa fazla alsa ne yazar. Bin bir güzel söz söyleyim. Koskoca hiçliğinden bir hoşluk çıkartıp gönlünü edeyim ne fayda! Ancak içimdeki geceliğe, saçımdaki aka bakar. İyilik ettiğini sanır. Ama ne gözlerinin içine bakar ne kalbe dokunur dünya sadakasını dağıtırken. Sonra gider üstüne bir de... Tövbe, tövbe!
Kaç Kuyuşehirli zengin adam yapmaz ki bunu! Allah erkeğe ayrı kadına ayrı buyurmuş gibi… Yüz göz olsan ne fayda! Şaibe gibi korkak olup onun günahını kendi günahın gibi sahiplendikten sonra… Onun içinde varsa ne fayda bir dolu “Glodya Secret”. İsterse bin tane olsun. Pembe, kırmızı, yeşil… Geç bunları Şaibe… Keşke de. Keşke başka bir memlekette doğsaydım."
Serra başını masaya koydu. Gofret kabuğu duvarla göz temasını kesiyordu. Sütlü-çikolatalı yazısına uzun uzun baktı. Bu şehir insanı boğar diye boşuna dememişti elbet Doktor Gamze. 'Nefis lezzet,' yazıyordu ambalajda. Bu şehir onu da boğup yutar mıydı? 'Sevmeyen var mı?' yazıyordu alt kısımda. Şaibe’nin anlatmaya çalıştığı tek bir şey değildi elbet. Nefis çıtır gofret üstü saadet çikolatası. Şimdi arasaydı Çağatay’ı. Ben öyle evet dedim teklifine ama deseydi? 'Fındıklısını denediniz mi?' Hızla doğruldu. Ambalajı buruşturup çöpe attı. Oturdu tekrar günlüğün başına. Sayfayı çevirdi.
"Geldi günlük, bugün geldi. Çok çekiniyordu. 'Gel,' dedim, 'gel Baran. Bak benim üst kat hep kitaplarım. Onlara bir bak. Kitap okumayı çok severim ama kitaplarımı hiç sakınmam. Aslında kitaplarını vermeyi sevmezmiş benim gibi çok okuyanlar ama benim etrafımda o kadar az insan okuyor ki kendim gibi bulunca o kadar keyifleniyorum ki… Öyle olunca da hiç sakınmıyorum. Ama önce bak, börek var hem peynirli hem kıymalı. Dur bir de çay koyuyum. Mesai yok değil mi?' Yokmuş mesai.
Önce börek yedi. Utana sıkıla... Etrafımda utangaç insan görmeyeli o kadar zaman olmuş ki günlük. Sonra kitaplara çıktık. Seçti içinden… Ona küçük bir koli hazırladık. 'Ama geri getiririm,' dedi. Üstünü çizmesine izin verdim. Çok heyecanlıydım günlük. Sona ısrar ettim 'Gel bir bardak daha çay iç,' diye. Oturdu.
Kuyuşehir’i hiç sevmemiş o da. 'Ah,' dedim, 'elli beş yılda sevemedim ben, sen üç yılda mı seveceksin?' Sonra elli beş yılı anlatacaktım neredeyse ona... Bir çocukluk anısından başlayıp… Beni öyle güzel dinledi ki sakin sakin, sıkılmadan. Tıpkı onun gibi. Ağladım anlatırken. Su koydu bana. Onun gibi. Sonra o da anlattı. Çocukluktan, yoksulluktan biraz da yıldızlardan bahsetti. Onun gibi. Sakin sakin. Mahcup ve utangaçça.
'Sen gel arada,' dedim 'dertleşiriz. Başka türlü hafiflemiyor de mi dertler? Yük oluyor insana. İki türlü hafifler,' dedi. 'Bir anlatarak ki… Ama anlatacağın insanın… İnsanı daha doğrusu… Zor bulmak... İkincisi uyumak dedi. Unutursun ya uyurken. Bir de üçüncüyü buldum ben. Ya da o beni buldu. Nedir?' dedim. 'Ben de kalsın,' dedi. Eli titriyordu. Kalktı yerinden. Bir kâğıda yazmış, verdi numarasını… 'Bir ihtiyacınız olursa,' diye… Neydi günlük üçüncüsü? Belki gelir yine anlatır ha. Bana da söyler.
Tekrar kalktı sandalyesinden Serra. Pencereden yıldızlı gökyüzüne baktı. Çağatay konuşur muydu yıldızlar hakkında? Tek taşı da parlar mıydı onlar kadar? Gofret sevmeyen var mıydı? Annesini en son ne zaman aramıştı? Ve günlüğün son bir iki sayfasında neler yazıyordu? Baran’ın üçüncü yolu tahmin ettiği şey miydi?
Zehra İlgün ÇAMLI
Comments