Kuyuşehir kavurucu sıcağını atmıştı sonunda üstünden. Serra’nın krem trençkotu vestiyerdeki yerini almıştı. İremle Selim yılın en romantik parçası eşliğinde dans etmiş, ardından güçlerini birleştirerek hayallerindeki arabanın ilk kredisine 'Evet' demişlerdi. Çarşıdaki Kuyuşehir dondurmacılarının balıkçı olma sezonu da açılmıştı. Şehir merkezinde eskiden mezarlık olduğu söylenen parktaki ağaçlar yapraklarını bir bir bırakıyordu şimdi…
Krem trençkotunu askılığa bıraktı Serra. Masasının üstündeki raporu bir kez daha okudu. Büyük bir 'Of' çekerek yaslandı arkasına. İçinden saymaya başladı. “Baran'ın kıl örneğinde uyuşturucu maddeye rastlandı. Ama idrarda yoktu. Şaibe Molla’nın kati raporunda ölüm nedeni, uyuşturucu olarak çıktı. Kolundaki izler uzun süreli kullanımı gösteriyor. Şaibe’yi o hâlde bulan Baran’dı. Şaibe ile Baran önceden tanışıyordu. Şaibe bulunduğunda eteği diz kapaklarının bayağı bir üstündeydi. Bluzu göğüsleri gözükecek kadar aşağı çekilmişti. Şaibe kendi kendine enjekte etmiş olsa neden böyle bir şey yapsın ki? Ama yok. Şaibenin üstünde başka birinin biyolojik örneği de yok. Kapıda zorlama yok. Kapıyı Şaibe açmıştır ama… Açmıştır çünkü bu çocuk daha önce Şaibe’nin evine girip çıkıyordu. Şaibe’nin gelininin duyduğu erkek sesi de Baran’dı işte. O gri, eski spor ayakkabılar da Baran’ındı. Evet Serra. Hadi yaz. Reddedilecek ama yaz… Ama ondan önce…”
Serra mesleğinin en orijinal tutuklama talebini yazmadan önce Baran’ı bir kez daha görecekti. Uyuşturucuyu nasıl ve nereden temin ettiğinden başlayacak ve yine bu gizemli hikâyenin içinde kaybolacaktı. Sanki bu hikâyenin bir parçası da kendisiydi. Zira bu hikâye Kuyuşehir'di ve bu şehir gün geçtikçe içine çekiyordu Serra’yı. Bir önceki gece Nebahat’in akşam yemeği teklifine 'hayır' diyemediği için tam üç saat Çağatayların evinde oturmuştu mesela. Ayıp olmasın diye sofranın toplanmasına yardım etmiş, tabakları bulaşık makinasına dizmiş, Nebahat’le Ahmet’in çayını bile doldurmuştu. Ayıp olmasın diye bacak bacak üstüne hiç atmamıştı gece boyu. Ve bol bol Şaibe’yi dinlemişti Nebahat’in dilinden…
Şaibe’nin lisedeki neşesini, zekasını, Kuyuçukurlu çocukla sevdasını, babasına yakalanışını, Adnan’la evlendirilişini… Kuyuçukurlu çocuğun ailesini, Şaibe ile o çocuğun hiç olmayacağını ama Şaibe ile Adnan’ın da hiç olamadığını... Keşke dedi içinden. Keşke şimdi tutuklama talebine Şaibe ile Kuyuçukurlu o çocuğu yazabilseydi. O çocuğun da aslında Baran gibi olduğunu… Yasak, istenmeyen ve küçük görülen. Bu şehirde Kuyuçukur’un ne anlam ifade ettiğini yazabilseydi o dilekçeye şimdi. Sonra deseydi ki “Şaibe Molla kendisini hiçbir zaman anlamayacak olan kocasından intikam almak istedi belki de.
Yanlış anlamayın sayın mahkeme. Şaibe kocasından aldatıldığı için intikam almadı. Aldatılmak Şaibe’nin umurunda bile değildi. Zaten kelime anlamı ile düşünürsek Şaibe aldatılmıyordu. Kocası zina yapıyordu, Şaibe de bunun farkındaydı o kadar. Şaibe kocasının kendisini hiçbir zaman anlamamasının ve anlamayacak olmasının intikamını alıyordu. Ve Baranla duygusal bir ilişki kurdu”. Ve şöyle devam edebilseydi keşke dilekçeye; “Bana kalırsa sayın mahkeme, Baran uyuşturucu kullanıyordu ve Şaibe’yi de başlattı. Ama olay günü ne, nasıl oldu bilmiyorum. Şunu biliyorum sayın mahkeme: Şaibe çok yönlü bir insandı. Fırsat verilse belki kendisini tam anlamı ile gerçekleştirebilecek birisiydi. Şüpheli Baran’ın tanımına göre market kitapları yanında çok özel kitaplar da okuyabilen birisiydi mesela. Ya da tam tersi… Çok özel kitapların yanından market kitaplarını da okuyabilen… Ama Kuyuşehir’de, Kuyuşehir’in geleneksel bir ailesinde doğmuştu. Şaibe’nin iç dünyası Kuyuşehir’e sığmadı, taştı… Kuyuşehir Şaibe’nin iç dünyasını taşıyamadı, Şaibe’yi öldürdü… Bu konudaki tüm delilleri nereden mi buldum?Müstakbel nişanlım Çağatay’ın annesi Nebahat’in anlattıklarından…”
Kapının tıklanma sesiyle irkildi Serra. İrem karşısındaydı…
"Ne bu hâlin?" dedi.
“Hayalimde dilekçe yazıyorum,” dedi Serra.
“Hayalinde mi” dedi İrem?
“Evet hayalimde. Rüyalarım gibi absürt bir dilekçe. Çağatayla yemeğe gidecektik öğlen, siz de gelir misiniz?”
“Yok” dedi İrem. “Öğlen Selimle eve geçeceğiz.”
“Peki” dedi Serra. İşi olmasına rağmen ayıp olmasın diye “Kahve içer misin?” diye sordu ardından. İrem “Evet” deyince hemen söyledi kahveyi. Serra’nın şekerli kahvesi, şekersiz geldi. Ayıp olmasın diye geri göndermedi.
“Araba kredisinin kaç taksidi kaldı senin Serra?” dedi İrem.
“Altı” dedi Serra. “Bitse de rahatlasam bir. Çok sıkıştım yine. Kiraya zam geldi, kışlık lastikleri aldım. Alışverişi de abartmıştım geçen ay biraz. Serkan aradı bir de. Babamın bu ay gönderdiği parayı kamp muhabbetine yemiş bitirmiş. 'Abla bir el at,' dedi. Nasıl 'hayır' deyim. Bir de ona para gönderdim...”
“Hayır demek meziyet” dedi İrem. KahvesiniN son yudumunu alıp kalktı. “Hafta sonu geliyorsun de mi bize?”
Serra “Aslında” dedi. “Aslında evde tembellik yapmayı çok istiyorum” diyemedi. “Aslında yeni evlilerin evine öyle hemen damlanmaz ama madem davet sizin gelirim,” dedi.
Saat 12.20’de Çağatay’ın arabasındaydı Serra.
“Galiba seninkinin alt segmenti oluyor İremlerin araba?”
“O dediğin, evet alt segment,” dedi Çağatay.
“Bir şey demedim ama bayağı borca girdiler. Yani ikisi de eski arabalarını sattı, üstüne düğündeki altınlar, üstüne kredi”.
Çağatay bilmem der gibi salladı başını.
“Sen bunu kredi ile mi almıştın?” dedi Serra.
“Yok,” dedi Çağatay “Dedemin mezuniyet hediyesiydi. Neyse geç bunu bak şimdi nereye gidiyoruz. Babamın yaptırdığı bir villayı göstereceğim sana”.
“Neden?” dedi Serra.
"Fikrini soracağım iç dizaynı için."
"Kuyuşehir’de eşyalı villa mı satacaksınız Çağatay? Bu şehir o kadar büyük mü?"
"Bak yine Kuyuşehir’i küçümsüyorsun Serra Savcım."
Çağatay’ın siyah arabası Aşağısulak yoluna girdiğinde Serra, Kuyuşehir üzerine yaptığı demografik tespitleri konusunda Çağatay’ı ikna etmeye çalışıyordu. Nihayet Çağatay Aşağısulak’ın üst tarafında bir villanın önünde durmuştu. Serra arabadan inerken hayranlığını gizleyemedi. “Ama dış cephe çok iyi,” dedi. “Bunu kime satacaksınız ki?” Hızla arka bahçeye koştu. Yanında 140 yazan havuza baktı. “Yüzme bilmeyen Serraların boğulmaması için,” dedi Çağatay. Güldüler…
“165 olsa boğulurlar,” dedi Serra. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı Çağatay. Önce en üstü sonra orta katı gezdiler. Nihayet alt kata indiler.
“Bayıldım,” dedi Serra. “Bak dediğim gibi bence iç mimarın gösterdiği o ikinci seçenek daha iyi. Orta katın koridorunda niş daha iyi durur”. Çağatay mutfak kapısını açtı. “Dolaplar yapılmış,” dedi Serra. “Çok güzel ama… Sana daha önce demiştm sanki bu beyaz, masif ahşaba bayılıyorum mutfaklarda. Burada ben bile yemek yapabilirim Çağatay!”.
“Yap o zaman,” dedi Çağatay. “Zaten sen sevdiğin için beyaz masif ahşap yapıldı”.
Serra “Anlayamadım nasıl?” diyerek arkasını döndü. Ardından koca bir ses patladı. Tavandan aşağı balonlar süzülüyor, arkadaşları mutfağın diğer kapısından ellerinde konfetiler ile geliyordu. Çağatay elinde dev bir yüzükle karşısında duruyordu.
“Benimle evlenir misin Serra? Ve eğer beğendiysen benimle bu evde yaşlanır mısın?”
İrem ve Selim de yeni patlattığı konfetileriyle oradaydı. Onların arkasında Çağatay’ın arkadaşları… Diyebilir miydi? “Düşünmem gerek,” deseydi. “Ama hiçbir şey konuşmadık daha. Benim işim nasıl olacak?” deseydi. “Ben Kuyuşehir’den çok korkuyorum,” diyebilir miydi? “Olur muydu?” Keşke bu kadar insanı çağırmasaydı Çağatay. Yanındaki kalabalıktan “evet evet” sesleri yankılanıyor, Çağatay kıpkırmızı suratı ile Serra’ya bakıyordu. Yutkundu Serra. “Şekersiz kahveni geri göndermiyor musun sen?” dedi içinden. “Bu kadar insanın arasında başka türlü olmaz ki!” “Evet” dedi. “Evet Çağatay”. Ağlıyordu şimdi. Ağlıyordu çünkü birkaç saniye önce omuzlarına yüklediği sorumluluğun altında eziliyordu. Ama kimse Serra’nın gözyaşlarının sevinçten başka bir nedenle akmasına ihtimal vermiyor, belki de bazıları sözde bu sevinç gözyaşlarını şımarıkça buluyordu. "Ya" dedi Serra. "Ya Çağatay bu gözyaşlarımın elli metrekare, beyaz masif ahşap, Amerikan mutfağa olan sevincimden döküldüğünü sanıyorsa?"
Bir saat sonra elinde bir karat, D renk bir pırlanta ile odasındaydı Serra. İçindeki Serralar kavga ediyordu. Birisi yüksek sesle bağırıyordu. “Sen bu musun?“ diye. “Evet busun” diyordu diğeri de. “Sen market kitapları okuyan bir kızsın”. “Hayır” diyordu diğeri “bunu kabul edemezsin” . “Ezdi geçti seni farkında mısın? O evi görgüsüzce gezdin hayranlığını belli ettin. Ve 'Al' dedi. 'Hadi reddedebiliyorsan reddet beni! O kadar insanı toplamış”.
“Ne var?“ diyordu diğeri “Ne var yani iyi bir şey yapmaya çalışmış çocuk,” “Hayır,” diyordu diğer ses. “Ev gezdirip evlenme teklifi etmek nedir? Serra bunu hakaret saymalı. Kuyuşehir’in varlıklı görgüsüzleri!”
Serra’nın içindeki seslerin atışmasını yine kapı tıkırtısı durdurdu.
“Gir” dedi Serra. Efsun Özkaraoğlu Molla. Şaibe Molla’nın büyük oğlu Çağrı Molla’nın eşi. İncecik belinden aşağı süzülen siyah uzun eteği, eteğin altındaki stilettoları, krem bluzu ve sağ elinde tuttuğu kutu çantası ile Serra’nın karşısındaydı. Birazdan o kutu çantayı açacak ve Şaibe Molla’nın günlüğünü Serra’nın masasına bırakacaktı…
Zehra İlgün ÇAMLI
コメント