Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı
Serçesini camın önüne çıkarıp henüz yıkadığı kafesinden damlayan tıp tıp sularla, pervazdaki çengele astı. Asarken, sokağı boylu boyunca şöyle bir süzdü ki, kendisini gören var mı? Camının önünde bir bekleyeni var mı? Ah Gülbahar, hâlâ bekler.*
Güneşin ilk ışıkları vuruyordu penceresine. Serçesini camın önüne çıkarışı, sokağı süzüşü… Kim bilir kaçıncı sabahıydı böyle? Pencereyi ardına kadar açıp, derin bir nefes aldı. Ilık ılık esen rüzgâr yüreğini ferahlatıyordu. Tutundu pencerenin pervazına, ayakta zor durdu. Uykusuzluktan bitkin düşürmüştü. Eskisi kadar uykusuz kalmıyordu ama deliksiz de uyuyamıyordu henüz. Rüzgârda savrulan saçlarını elleriyle düzeltti, tam tepesinde toplayacaktı ki avuçlarında bir tutam kaldığını fark etti. ‘’Ne sırma saçlarım vardı. Belime kadar bir saldın mı, bakan dönüp bir daha bakardı.’’ Kafasını kaldırdı. Hafifçe sola döndü. Camdaki görüntüsüyle göz göze geldi. Bir an irkilir gibi oldu. Geri çekildi. "‘Ay parçası' derdi ninem. Yusyuvarlak bir yüz, bembeyaz pamuk gibi bir ten, pembe yanaklar, kırmızı dudaklar. Ya gözlerim?" Ellerini yüzünde dolaştırmaya başladı. Önce gözlerine dokundu. Gözlerinin feri gitmiş. Yanaklarında gezindi; yüzü solmuş, avurtları çökmüş. "Ninem görse ‘canlı cenaze’ derdi rahmetli."
Rüzgâr şiddetini artırıyordu ki radyodan gelen müziğin sesiyle kendine geldi.
Aniden arkasını döndü. Heyecanla: "Ah! Gönül Yazarı dinlemeye gitmiştik, hatırladın mı Hasan?’’ diyecek oldu. Durdu. Yutkundu. “Keşke bir kez daha gidebilseydik!” Başı önüne düştü. Elleriyle nakış nakış işlediği yastıklara kaydı gözü. Koltuğa savrulmuştu her biri. Daha fazla ayakta duramadı. Birkaç adım attı. Elini göğsüne götürdü, soluk soluğa kalmıştı. Usulca ilişti koltuğun ucuna. Uzandı yastıklara, tek tek düzeltti. Yastığın birini eline aldı, dokundu. Yumuşacıktı. Sessizce bir damla gözyaşı düştü yastığa.
Ören bayan iplikler pek modaydı o zamanlar. Her genç kızın çeyizinde bu ipliklerle işlenmiş işler bulunurdu mutlaka. Karyola etekleri, yorgan ağzı, pike, çarşaf. Türlü türlü. Kimi dantel, kimi de kanaviçe. Gülbahar kanaviçe işlemeyi severdi. Annesi ‘’Dolaplar kanaviçeyle doldu taştı. Biraz da dantel örsen ya!" diye söylense de vazgeçmedi hiç. Her sabah erkenden uyanır, evin işini çabucak bitirip elinde kasnağı kurulurdu pencerenin önündeki sedire. Hasan gün içinde birkaç kez geçerdi evin önünden. Şöyle göz ucuyla bakardı. Gülbahar da süzerdi tül perdenin ardından Hasan’ı. Annesine söylese kızılca kıyamet kopardı. Bir keresinde aşktan söz edecek oldu; annesi ‘’Aşk da neymiş öyle. Evlenmeden olmaz. Mahalleli ne der sonra. Seven insan gelir ister Allah’ın emriyle. Duymayayım bir daha!’’dedi. Bir daha da lafını etmedi Gülbahar. Minik minik yastıklar işlemeye başladı. Her yastıkta işlediği kırmızı güller aşkına dair; maviye çalan gökyüzü, Hasan’ı göreceği günün umudu oldu. Aşkı, meydan okurcasına dile geliyordu yastıklarda. Bembeyaz etamin kumaşın üzerine, küçüklü büyüklü kırmızı güller işledi önce. Kırmızı güllerin ince, orta, kalın dalları, yeşilin birkaç tonu olan yaprakları vardı. Yeşillikler içinde, bir evin bahçesine yerleştirdi sonra. Gören taptaze bahara uyanırdı adeta. Uzanıp koklayıversen mis gibi kokacak. Dudak dudağa kadın ve erkek figürleri işledi. Elele tutuşan, diz dize oturan, yanak yanağa sarmaş dolaş.
Rüzgâr öyle esiyordu ki, içindeki fırtınaya eş. Saçları savruldu geriye. Hafiften yana kaykıldı. Ayaklarını topladı. Cenin pozisyonunda gömüldü koltuğa. Sarıldı yastığa. Bastırdı göğsüne. Bastırdıkça, acısı hafifliyor gibiydi. İlk günlerdeki öfkesi azalmıştı. Dermanı da yoktu ki öfkelenmeye. Altı ay geçmişti. Tanrıyla yaptığı pazarlık da işe yaramamıştı. Oysaki ne kurbanlar adamıştı. Suçluluk hissettiği günler yavaş yavaş geride kalıyordu kalmasına da yaşamaya dair hiçbir kıpırtı yoktu bedeninde. Çaresizlik kol geziyordu evin içinde. Pencereden gelen bir ses, kapının tıkırtısı, telefonun her çalışı.
Dayanamayıp ‘’Sende bir hâller var. Pencerenin önünden ayrılmıyorsun. Gelen kısmetlerini de geri çeviriyorsun. Yoksa âşık mı oldun kız?“ dedi annesi bir gün. Bir süre sonrada mahalleli konuşmaya başlayınca "Gülbahar Hasan’a aşık olmuş.’’ diye. Annesinin kulağına kar suyu kaçmıştı işte. ’’Söyle gelsin, istesinler seni.’’ dedi. Kaçamak göz süzmelerin, mahallede iki çift laf etmenin sonunda evlendiler.
Bir yıl oldu olmadı, iki kutu ören bayan iplik almak için çıkmıştı evden Hasan. Gidiş o gidiş… Bir daha dönmedi eve. Ne gören vardı ne de duyan. Eli yüreğinde, çalmadık kapı bırakmadı Gülbahar. Bütün kapılar yüzüne kapandı. Ertesi gün, daha ertesi, daha ertesi… Her seferinde biçare döndü evine. Kapattı kendini eve. Bir daha da kasnağını almadı eline. Mahalleli durur mu? Bir takım laflar dolaştı durdu. Karşı komşuları Emine’nin ‘’Böyle olacağı belliydi. Hiç evlenmemeliydiler." dediğini annesine söylerken duymuştu. Bir süre sonra da kesildi sesleri. Gülbahar'ın içindeki sesler hiç kesilmedi. Her geçen gün çığ gibi büyüyerek dağladı yüreğini. "Neden böyle bir şey yaptı? Kimseye borcu yoktu. Düşmanı da yoktu. Beni severdi. Sevdiğini hiç söylemiş miydi?"
Hafifçe doğruldu. İyiden iyiye serinleyen hava içini titretti. ’’Hasan’’ dedi. Yavaşça ayağa kalktı, cama yöneldi, serçeyi içeri aldı. Artık hava soğumuştu.
Seval Banu Saraç
* Başlık ve ilk paragraf B. Nihan Eren’in ‘’YAVAŞ’’ adlı öyküsünden (Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı) alıntıdır.
Comments