Sabah, aklımda bir cümle ile uyandım. “Bugün canım bir çılbır yapmak, bir çılbır yemek istiyor.” Okuduğum zamanı da, yeri de hatırlıyorum. 14-15 yaşlarındayım, dışarda hava soğuk, oturma odasında uzun koltuğa yayılmışım, elimde bir hikâye kitabı var. Bir hikâye bitti, sayfayı çeviriyorum, karşıma çıkan cümle bu: Bugün canım bir çılbır yapmak, çılbır yemek istiyor.
Çılbırı ilk defa bir kaç ay evvel yediğim için heyecanlandığımı hatırlıyorum. Tatilde teyzeme gitmiştim. Yemek konusunda hiç üşenmeyen teyzem, bir sabah buzdolabından yumurta çıkarırken “Hadi çılbır yapayım size,” dedi. Teyzem böyledir, ekmek, yumurta, çay ile gözü kapalı hazırlayıp oturacağımız basit bir sofrayı bir saniyede çılbırla bir müjdeye çeviriverdi. Ne olduğunu bilmediğim için merakıma endişe de karıştığını hatırlıyorum... Ya sevmezsem, yiyemezsem… Ama benim hikâyenin sonu güzel bitmişti; çılbır enfes bir şeymiş.
Yataktan zorlukla kalktım. Gece dört kere tuvalete kalktığım için homurdanacakken içimdeki ses “Sabret, az kaldı,” deyip beni susturdu. Buz gibi suyla yüzümü yıkayıp kendime geldim. Üstümü giyindim, mutfağa yöneldim. Aklımda hâlâ o cümle, nasıl olmuş da bunca yıl unutmamışım! Bir çılbır yapmak, bir çılbır yemek… Kendimi zorladım ama hikâyenin geri kalanını hatırlayamadım, çılbırı yapmıştı herhâlde. Yemiş miydi acaba? Yoksa yaparken bir şey mi olmuştu? Yok, aklıma gelmiyor… Ama kırmızı biberle kızarmış yağın kokusu burnuma geldi. Hayalimde bembeyaz yoğurdun üstüne kıpkırmızı yağı gezdirdim ve anında kararımı verdim. Uyanıp mutfağa yanıma gelen kocama dönüp, “Bugün canım bir çılbır yapmak, bir çılbır yemek istiyor,” dedim. Kocam, teyzem çılbır yapacağını ilân ettiğinde benim heyecanlandığım gibi heyecanlanmadı. Belki daha önce yediği için, belki de daha ilk haftadan itibaren haberi duyan herkes tebrik cümleleri arasına “Şimdiden hazırlan, canı çekecek, gecenin on ikisinde çilek, karpuz aramaya gideceksin,” ikazlarını sıkıştırdığı için…
Teyzemin yaptığı gibi yaptım çılbırı. Kaynayan suya biraz sirke ekledim, suyu karıştırıp oluşan minik girdaba yumurtaları kırdım, pişince tabaklara koydum. Evvelki gün yaptığım taş gibi yoğurdu çırpıp yumuşattım, yumurtanın üstüne bol kepçe gezdirdim. Tereyağına kırmızı biberle azıcık pul biberi ekleyip yaktım, o da üstüne… Afiyetle yedik. Övünmek gibi olmasın teyzemin çılbırı kadar güzel olmuştu. Ama yok, bir şey eksik… Aklımdaki cümle gitmedi bir türlü. Neydi o hikâye? Neydi?
Hamileliğin neredeyse sonuna geldik, hiç de etraftakilerin dediği şeyler olmadı. Ne gece yarısında çilek, ne başka zaman başka bir şey istedim. O karşı konulmaz iştahın nasıl bir şey olduğunu şimdiye kadar anlamamıştım. İşte, buymuş... Kitabı hatırlamıyorum, yazarı hatırlamıyorum. Ne yapmalı? Bulmam lazım. Benim aşerdiğim çılbır değilmiş. O hikâyeyi okumazsam hiçbir şey yapamam. Bulmam şart! Açtım bilgisayarı, arama satırına tırnak içinde cümleyi yazdım. Teyzemin çılbır yapacağım dediğindeki gibi heyecanlıydım, acaba ne çıkacak?
Yirmi tane çılbır tarifini hızlıca geçtim, videoları atladım, içimden interneti çöpe çevirenlere söylendim. Artık ümidimi kaybetmişken üçüncü sayfada karşıma çıktı: Hiçten Saadetler, Refik Halid Karay.
Ertesi gün Saadet kucağımdaydı.
Terken HACALOĞLU
Comments